Yalan. Yücel Tahsin
Yunus Aksu’dan söz ettikleri zamanlarda ya da sözü Yunus Aksu’ya getirmek için anarken, Edebiyat Fakültesi’ndeki arkadaşları bambaşka bir yol izlediler: hem yalnızca kendisi olarak, hem de gittikçe artan bir saygıyla, nerdeyse önlerini ilikleyerek andılar onu, ne zaman bir hoca dersi biraz karışık anlatsa ya da ingilizce bir sözcüğü yanlış söylese, ne zaman arkadaşlarından biri olmayacak bir saçmalık yapsa, ne zaman dilin doğasından ya da yapısından söz açılsa, İngiliz Dili ve Edebiyatı öğrencileri hemen onun benzersiz bilgisine ya da konuya mantığın damgasını vurduğunu düşündükleri kuramına ilişkin öykülere giriştiler. Hem de bunu öyle sık ve öyle bir coşkuyla yaptılar ki gelenek kendisini doğrudan tanımış öğrencilerin bölümü bitirmelerinden, kendisine ders vermiş olan kimi hocaların emekliye ayrılmasından sonra da sürdü; üstelik, ünü hem fakülte sınırlarını aşarak çok değişik öbeklere yayıldı, hem de, örneğin fazla bilgili ve fazla yaratıcı bir öğrenci olması nedeniyle ileride karşılarına bir profesör olarak çıkmasından çekinen kıskanç ve yeteneksiz hocalarca bölümden ayrılmak zorunda bırakıldığı gibi temelsiz söylentilerle zenginleşerek yeni boyutlar kazandı. Bu arada, kolaylıkla kestirilebileceği gibi, ünü yaygınlaştıkça görüşleri konusundaki yetersiz bilgiler her geçen gün biraz daha bulanıklaştı. Ne var ki, İngiliz Dili ve Edebiyatı bölümünü bırakmasından yirmi yıl sonra bile, fakülte içinde ve dışında, gerek üniversitenin gerçek üniversite olduğu günleri özlemle anımsayanlar, gerek Türk bilim adamlarının Batılı bilim adamları yanında ezilmeyeceği parlak bir bilimsel gelecek düşleyenler için, Yusuf Aksu aynı zamanda hem göğüs kabartan, hem iç sızlatan bir söylendi.
Ama o her geçen yıl biraz daha içine kapalı, biraz daha yalnız, biraz daha yaşlı bir adam olmakta, bulanık ününden tümüyle bağımsız bir yaşam sürmekteydi. Yalnızlıktan haz duyuyordu sanki. Maçka’daki daireler boşaldıkça, sırf yeni insanlarla karşılaşmak korkusuyla, kapıyı kapatıp anahtarını masasının dolabına atıyor, bunları bir daha kiraya vermediği gibi arada bir şöyle bir dolaşıp bakmayı bile düşünmüyordu. Bu arada, yıllar yılı insanların dilini küçümsedikten sonra, yazgının bir çelişkisiyle, koltuğunda otururken, kitaplıktan bir ansiklopedi cildi alırken, radyo dinlerken, hatta yatağında yatarken, kendi kendine konuşmakta olduğunu ayrımsayarak irkiliyor, ama, irkilme nedeni önemini saniyesinde yitirmiş gibi, gene yüksek sesle, “Ne oluyor? Yoksa deliriyor muyum?” diye soruyordu. Delirmiyordu kuşkusuz, alışılmış yaşamını sürdürüyordu. Bununla birlikte, kimi zorunlu durumlarda, on beş yirmi yıl öncesinin giysileriyle büyük kapıdan çıkıp da emektar Cadillac’a yöneldiği zaman, insanlar bir hortlak görmüş gibi irkiliyor, çocuklar en çekici oyunlarını bile bırakıp birbirlerine, “Adam sokağa çıktı!” diye seslenerek içlerinde incecikten bir ürpertiyle arabaya yaklaşıyorlardı. Bereket, Yusuf Aksu’yu dilbilimci ünüyle tanıyanlar kendisini bir üniversite öğrencisi olduğu zamanlardaki gibi, önünde çok parlak bir gelecek bulunan, genç bir bilim adamı, yani ünüyle uyumlu bir kişi olarak düşünmeyi sürdürüyorlardı.
Uluslararası Dilbilim Günleri’nin gerçekleşmesi kesinleştikten sonra, ne pahasına olursa olsun, onun bu günlere katılmasını sağlamaya karar veren genç doçent Tamer Altınsoy da Yusuf Aksu’yu yalnızca bir söylen olarak tanıyanlardandı. Bu nedenle, uzun araştırmaların ardından, Maçka’daki apartmanı bulduktan sonra, kapıcıya ve hizmetçiye dökülen diller, avuçlarına sıkıştırılan okkalı bahşişler yardımıyla, pek öyle herkese açılmayan kapısından girerken, bin yıldır kapalı kalmış bir tapınağa giriyormuş gibi bacakları titredi; pencereleri yüzyıl başlarından kalma koyu kırmızı kadife perdeler arasından Kızkulesi’ni aşarak Salacak’a ve Sarayburnu’na bakan görkemli salonda, kocaman bir koltuğun ucuna iliştikten sonra da uzun süre yenemedi titremesini. İlk dakikalarda, gerek kendisini karşılayan kır saçlı, uzun bacaklı adamın kötü onarılmış robot yürüyüşüne, diz verip kısalmış pantolonuna ve koltuk altları sökülmüş, lekeli, kalın balıkçı kazağına, gerek anlamsız yanıtlarına ve çocuksu tepkilerine bakarak doğru yerde, ama yanlış adam karşısındaymış gibi bir izlenime kapılarak ürperdi. Sonra, yavaş yavaş, nicedir yabancılardan uzak duran Yusuf Aksu ürkek ve şaşkın davranışlarının, özellikle de bakımsız giyiminin yaptığı çağrışımın etkisiyle güvene gelerek daha candan davranmaya başladıkça, o da ilk bakışta yoksulluk, sakatlık ve alıklık izlenimi uyandıran bu belirtilerin gerçekte birer alçakgönüllülük ve bilgelik göstergesi olduğunu düşündü, sol yanda büyük boy kitaplarla dolu, kocaman kitaplıkta, görkemli bir masanın ve antika sehpaların üzerinde kimi açık, kimi kapalı, üst üste, yan yana duran, kocaman ciltli kitapların varlığından da kendi özgün kuramını geliştirme yolundaki araştırmalarını sürdürdüğü sonucunu çıkardı. Önerisini yapmanın tam zamanı olduğunu düşündü.
Yusuf Aksu, öğrenciliğinde, çok sevdiği bir arkadaşıyla birlikte, dil konularına büyük bir ilgi gösterdiğini, ama hiçbir zaman kendi başına bir kuram oluşturmaya yeltenmediğini söyledi; dilin kökeni ve yazıyla ilişkileri üzerine “ufak tefek birtakım kişisel gözlemleri” bulunmakla birlikte, “alaylı” niteliğiyle büyük bilim adamları arasında “sırıtacağını” belirtti, Uluslararası Dilbilim Günleri’ne katılma önerisini kesin bir dille geri çevirdi. Ancak, bu saygılı, güler yüzlü, iki dirhem bir çekirdek adamın evin değişmez ortamında serin bir hava estirdiğini, ona pek benzemese bile, gençliği, aklığı ve ufak tefekliğiyle uzaktan uzağa Yunus’u çağrıştırdığını düşünüyor, sözü üniversiteye ve burada yarattığı büyük etkiye getirmesi hoşuna gidiyordu. Kendisi de şaştı buna: bunca yıldır çevresinde evde çalışanlar ve baba dostu yaşlı avukat Münür bey dışında, kimsecikleri görmüyordu; yalnız birkaç yıl önce, Vartan efendinin ölümü üzerine, Münür beyin Müslüm adında orta yaşlı, ama tıpkı Vartan efendi gibi çocuksuz bir kapıcı bulmasından, onun ardından artık çok yaşlanmış olan aşçının da değişmesinden sonra, tüm yaşamı altüst olmuş gibi bir duyguya kapılmış, bu iki sıradan yardımcıya alışmakta bile güçlük çekmişti. İlk kez gördüğü bir yabancıdan hoşlanacağını hiç sanmazdı, ama durum ortadaydı işte: belki yalnızlık çok uzun sürdüğünden, belki yaşlanmaktan, belki Yunus’la dolup taşan gençlik anılarının büyüsünden, belki de gelen konuk canayakın ve içten göründüğünden, yavaş yavaş gevşedi, hem, karşısındakinin de ikide bir kesinlediği gibi, bilgisinin ötekilerinkine göre daha sağlam ve daha yeterli olabileceğini düşündü, hem de aracı böylesine kibar ve dürüst bir bilim adamı olunca, topluluk karşısına çıkmayı pek de aykırı görmemeye başladı. Doç.Dr. Tamer Altınsoy’un, “Sizin yazı ile dilin ilişkisi konusundaki özgün düşünceleriniz kimi belleklerde yer etmiş, ama yalnızca kimi belleklerde ve bulanık bir biçimde; bunu somutlaştırmak bir yurttaşlık, hatta insanlık görevidir,” demesi üzerine, hem koltukları kabardı, hem de bir zamanlar Yunus’un kendi görüşlerini benimsetmek için nasıl çırpındığını anımsayarak genç adamın istediği bildiriyi sunmanın gerçekten bir görev sayılabileceğini düşündü, “Evet, ben ve arkadaşım van Ginneken’in kuramını temellendirmeye ve geliştirmeye çalışmıştık,” dedi.
Doç.Dr. Altınsoy bu adı hiç duymamıştı, hemen defterine yazdı, sonra övgünün oranını yükselttikçe yükseltti. Yusuf Aksu duygulandı, kendini Yunus’un yaşadığı günlerde bulur gibi oldu; daha da önemlisi, bu görev kendisinden değil de Yunus’tan isteniyormuş gibi bir duyguya kapıldı; bayağı yumuşadı. Sonunda, direnci tümden kırıldı, konuyu düşüneceğini söyledi. Genç öğretim üyesinin üçüncü gelişinde, daha önünde dört buçuk ay gibi uzun bir süre bulunduğunu, dolayısıyla kararını her an değiştirebileceğini düşünerek “Peki, sizin dediğiniz olsun,” dedi. O gittikten sonra, oturup görüşlerini kâğıda dökmeyi denedi, bu amaçla