Yalan. Yücel Tahsin
ardından bakar gibi baktılar, bu görkemli ortamla çelişen, sıradan ve nerdeyse yoksul görünüşüne karşın, bilinmeyen bir dinin peygamberi karşısındaymış gibi titrediler ve içlerini dolduran özdeşlik tansığını onun yarattığını düşündüler. Sonra, çevresine dalga dalga ağır bir ter kokusu yayan iriyarı kapıcının dağıttığı çaylarını yudumlarken, nesneleri ve insanları gerçek boyutlarına daha yakın bir düzlemde görmeye başlamakla birlikte, yarı bilinçli, yarı bilinçsiz bir biçimde, bu görkemli evi Yusuf Aksu’nun uzun bilimsel çalışmalarının bir ürünü olarak değerlendirmekten kendilerini alamadılar. Bir ara, içlerinden biri, belki de en gerçekçileri, arkadaşının kulağına, “İnsan bu evde bilim adamı da olur, ozan da!” diye fısıldayarak sanının tersinin de doğru olabileceğini vurguladı. Bir başkası “Derviş de!” diye ekledi. “Ya da her üçü birden: bilim adamı, ozan ve derviş.” Aynı kişi, birkaç gün sonra, gazetesinde, bu yarım saatlik konukluk üzerine yarım sayfalık bir içli yazı yayımlayarak savının pek de temelsiz olmadığını kanıtlamaya çalıştı. Ama, yazısının sonlarında, “Hangi profesörün evinde bu kadar çok ansiklopedi var?” diye sorarken, ağırlığı evden çok, içinde oturana veriyor, dolayısıyla öteki düşünceyi de yabana atmadığını gösteriyordu.
O dönemde, Uluslararası Dilbilim Günleri ve Yusuf Aksu’ya ilişkin haber ya da söyleşi nitelikli son yazı bu oldu. Ancak Yusuf Aksu adı köşe yazılarında uzun süre boy gösterdi.
Söylemek bile fazla, yazarlarımızın elinin altında daha yazıya bile dökülmemiş bir tümceyle yıllar öncesinden gelen bir söylen dışında hiçbir kaynak yoktu, Yusuf Aksu’nun kişiliği ve düşünce evreni çevresinde uzun boylu yorumlara girişemezlerdi; “dünya çapında bir bilim adamı”, “tarihi felsefeyle harmanlamış bir dilbilimci”, “ulusal bir onur” ya da “bildiğini açıklamak için kâğıda bakmak gereksinimini duymamakla birlikte, cüceler aşağılık duygularının altında ezilip büsbütün cüceleşmesinler diye bildirisini kâğıttan okur gibi yapan dev” gibi nitelemelerle yetindiler; ancak, “bilime yuh çeken diplomalı cehalet”i, “bilinçsiz İncil savunuculuğu”nu, “gerçeği her gördüğü yerde ezen kara cüppeli despotluğu”nu, “yolunu şaşırıp amfiye girmiş stadyum amigoluğu”nu yerden yere vurmaları için bu nitelemeler de az değildi. Sonra, bir ad ve bir olaydan öte hiçbir ağırlığı bulunmadığından, Uluslararası Dilbilim Günleri nerdeyse tümden unutuldu, ama Yusuf Aksu adı bilgiyle bilgisizliğin, özgürlükle baskının, özgünle beyliğin, yeniyle eskinin, kısacası, iyiyle kötünün karşıtlaştırılmak istendiği her durumda, şaşmaz bir biçimde olumlu terimle özdeşleşen bir gönderge olarak kaldı. Böylece, kürsüden indirilişinin üzerinden en az iki yıl geçtikten sonra bile, çok ünlü bir köşe yazarı, ülkenin genel durumunu eleştirirken, “Başbakan konuşur, halk susar; kayınbirader karşılıksız kredi, işçi emek karşılığı hava alır; profesör kürsüde sabah akşam kapitalizmi över, kimseden çıt çıkmaz; ama kırk yılda bir bir Yusuf Aksu çıkıp da kralın çıplak olduğunu söyleyince, yaka paça kürsüden indirilir,” diye yazıyor; ondan tam altı ay sonra, bir başka köşe yazarı, üniversite diplomasının nasıl değer yitirdiğini anlattıktan sonra, yazısını, “Yusuf Aksu belki de diploması olmadığı için böylesine büyük!” diye bitiriyordu.
Şu var ki, ne denli “en büyük” olursa olsun, ününü bir anda tüm ülkeye yaymış olan olay unutuldukça, Yusuf Aksu’yu ananlar da gittikçe azalıyordu. Yusuf Aksu’ysa, eski durgun yaşamına dönmüştü gene: sabah kalkınca ilk işi dişlerini fırçalayıp tıraş olmak oluyor, sonra, nereden kaynaklandığını kendisinin de bilmediği bir esinle, belki yıllar önce büyük dostuyla birlikte yaptığı dil araştırmalarının, belki yalnızlığın getirdiği durgunluğun etkisiyle, daha az çaba ilkesini yaşamına da uyguluyor; salondan yatak odasına, kitaplıktan banyoya ya da mutfağa giderken, daha önceden belirlenmiş en kısa yoldan yürümeye özen gösteriyor, dalgınlıkla çizginin dışına çıktığı olunca da geri dönüp baştan başlıyordu. Hiçbir zaman fazla konuşkan olmamıştı, ama, böyle ne yaptığını sordukları zaman, aşçıya, hizmetçiye ya da kapıcıya bunları bir ansiklopedi maddesi okur gibi, düzgün ve yöntemli bir biçimde anlatmaktan da çekinmiyordu. Onlar da kendi aralarında, “Yusuf bey bir tuhaf oldu,” diye konuşuyorlardı. Öyleydi gerçekten, yani eskisinden daha tuhaftı. Ne var ki, birkaç ayrıntı bir yana, fazla değiştiği de söylenemezdi. Hayır, eskiden olduğu gibi, gazetede gördüğü ya da radyoda işittiği bir sözcüğün esiniyle sözlüklerine ve ansiklopedilerine eğiliyor, yorulunca radyosunu karıştırıyor, ondan da bıkınca, bilmediği bir dile ilişkin bir kitap açıyor, sanki hâlâ Yunus’un dostu olmayı hak etmek söz konusuymuş gibi, canla başla öğrenmeye çalışıyordu. Şu var ki, şimdi dikkati çok daha çabuk dağıldığından, elindeki sözlük ya da ansiklopedi ona çok geçmeden Yunus’u çağrıştırıyor, o da Yunus’un tükenmez anılarına dalarak kimi zaman gülümsüyor, kimi zaman basbayağı gülüyor, kimi zaman da acıyla içini çekiyordu; arada sırada avukat Münür bey, yeni kapıcı Müslüm efendi ve öteki adamlarıyla giriştiği kısa söyleşiler bir yana bırakılırsa, durumunu değiştirme, alışkılarının kalın kabuğunu kırıp insanların arasına dönme yolunda parmağını bile oynatmıyordu; son deneyim herhangi bir değişiklik girişiminin ne kadar tehlikeli olabileceğini göstermişti: “Boyumun ölçüsünü aldım,” diyordu kendi kendine. Hatta insanlardan bayağı ürküyordu. Bunu da beklenmedik bir oluntuya borçluydu.
Sokağa çıktığı ender günlerden birinde, arabasını beklerken, belki kılığının, belki yaşının, belki başka bir şeyin etkisiyle, kapının önünde, sokakta oynayan çocuklardan birinin, atmak üzere olduğu topu bağrına basıp öylece durarak “O adam!” dediğini duymuş, bunun üzerine, sokaktaki tüm çocukların oldukları yerde durup yarı şaşkınlık, yarı ürperti, biraz da saygıyla kendisine baktıklarını, araba gelince bile, bir süre öylece kaldıklarını görmüştü. Daha sonra, çevreye biraz daha dikkat edince de gördü: ne zaman kapının önüne çıktıysa, çocuklar oyunu kestiler, birdenbire yeni bir oyuna başlarcasına, “O adam! O adam! Apartmanın adamı!” diye fısıldaştılar. Evet, “apartmanın adamı” diyorlardı, “apartmanın tini” ya da “apartmanın hayaleti” der gibi. Ne olursa olsun, bir yabancılık ve aykırılık izlenimi uyandırdığı kesindi. Böylece, daha uzak durdu insanlardan. Boşalan dairelere yeni kiracı almamakta ne kadar haklı olduğunu düşündü.
Gene de, arada bir, özellikle kimi akşamüstleri, salonun beş penceresinden birinin önüne oturarak denizin üstünde durmamacasına bir yerlere doğru yol alan büyüklü küçüklü tekneleri izleyip kentin uğultularını dinlerken, kendinden uzaklarda sürüp giden bir yaşamın varlığını duyar gibi oluyor, gözleri dolacak ölçüde içleniyordu. Çok karışık bir biçimde, babalarının ya da annelerinin elinden tutmuş çocuklar, daracık bir odada bir sofranın çevresinde sıkışmış kadınlı erkekli topluluklar, mezarlıkta mezarların başına dikilip fatiha okuyan kadınlar ve çocuklar, çok ender olarak da bir ağacın altında birbirine öyküler anlatıp kahkahalarla gülen insanlar geçiyordu gözlerinin önünden. Ama o yaşamlar konusunda olumlu ya da olumsuz bir görüşü bulunmadığı gibi şu yaşadığı yaşamı seçmekle iyi edip etmediğini de, hatta gerçekten seçip seçmediğini de bilmiyordu. Tüm bildiği, bazı bazı, çevresindeki nesnelerin, içindeki anıların da açıkça tanıklık ettiği gibi, gerçekte çoktan bitmiş bir yaşamın bekçiliğini yaptığıydı. Bekçiliğini yaptığı yaşam biraz yakından bildiği tek yaşam olduğuna göre de fazla yakındığı yoktu. Nasıl olsa, altmışının eşiğinde, yeni bir yaşama başlaması söz konusu olamazdı.
Bununla birlikte, bazı bazı, dışarıda kentin ışıkları yanıp da çevresindeki karanlık gittikçe yoğunlaşırken, belli belirsiz bir biçimde, örneğin