Yalan. Yücel Tahsin
başladı.
Yusuf Aksu işte böyle bir dönemde çıktı karşısına.
Bayram Beyaz, “bilim ve düşün çevrenimizden bir kuyrukluyıldız gibi geçen” bu gizemli bilgin üzerine söylenenleri okumaya giriştikten sonra, belki üçüncü, belki dördüncü yazıda, bir tür içgüdüyle, aradığı ustanın bu adam olabileceğini düşündü. Besbelli, ünden, şandan, gösterişten tiksinen, gerçek bir bilgeydi. Ünlü köşe yazarlarımızdan birinin kendisini “dili ve tarihi felsefeyle harmanlayan büyük bir bilgin” diye nitelediğini görünce, sanısı daha da güçlendi; arkasından, gazetecilere söylediği “Sözcükler her şeyi çorbaya çeviriyor!” tümcesini okuyunca, felsefe kitaplarını neden anlamadığını da kavrar gibi oldu, herkesin önderliğe kalktığı bu tuhaf toplumda kendi sessiz köşesine çekilmeyi yeğleyen bu adamın gerçekten büyük bir düşünür, her şeyin kökenine inmeye çalışan bir bilge, dolayısıyla kendisini bu boşluk ve aldatılmışlık koşulundan kurtaracak tek adam olduğundan kuşkusu kalmadı, “Ne pahasına olursa olsun, ona ulaşacağım!” diye söylendi, düşüncesini arkadaşlarına da açtı.
Arkadaşları güldüler: bir kez, alanını şaşırmıştı: bunca zamandır iyi bir felsefeci diye sayıklayıp durmuştu, bu adamsa, adı üstünde, dilbilimciydi. İkincisi, “Hemen gidip görüşeceğim onunla,” diyordu, oysa, Yusuf Aksu olayını ayrıntılarıyla inceledikten sonra, bunun olanaksız olduğunu bilmesi gerekirdi. Hakkı Köse müdürün kulağına eğildi, “Abi, gerçekten haklıymışın: seninkinin beyninin bir yarısı sürekli kestiriyor,” dedi. Gene de, iş çıkışı, Bayram Beyaz Kızıl Tosbağa’yı önünde durdurup “Abi, ne olur, şu evi bir gösteriver bana,” deyince, isteğini geri çevirmeye yüreği elvermedi.
Ama, yol boyunca, “Değil onunla konuşmak, yüzünü bile göremeyeceksin; yaşayıp yaşamadığını da bilmiyoruz, belki çoktan ölmüştür zavallı!” türünden sözler edip durdu. Arabadan inince de her şeyin söylediği gibi olduğunu düşündü: görkemli yapı tümden bırakılmış gibiydi, girişindeki donuk ışık bir yana, baştan aşağı karanlık içindeydi; üstelik, bu karanlık gündüz gidip gece gelen bir karanlığa değil de bir daha gitmemek üzere yerleşmiş bir karanlığa benziyordu. “Sanırım, yanılmamışım, zavallı adam! Çok da yaşlı sayılmazdı,” diye mırıldandı. Bu nedenle, iki hırsız gibi, sessizce girdikleri apartmanda, otomatiği ve asansörü çalışır bulunca, hem şaşırdı, hem sevindi. Beşinci katta, birkaç kez, hem de uzun uzun, parmağını zile bastırdı. Kulağını kapıya dayayıp dinledi. Rengini yitirmiş bir yüzle kendisini izleyen Bayram Beyaz’a baktı, “Bu zil çalmıyor,” dedi. Cebinden bir anahtar çıkarıp önce usul usul, sonra gittikçe daha sert bir biçimde kapıya vurmaya girişti. Aradan iki dakika geçmeden, pos bıyıklı, kara kasketli, kara avcı yelekli ve çok iri adam belirdi yanlarında. “Kimsiniz? Burada ne arıyorsunuz?” diye sordu, Hakkı Köse Yusuf Aksu’yla görüşmek istediklerini söyleyince de horgörüyle dudak büktü, “Evde yok, Avrupa’ya gitti, ayrıca burada da olsa kimseyle görüşmez,” diye ekledi. Bayram Beyaz’ın dili tutulmuş gibiydi. Adamla yalnız Hakkı Köse konuştu: Yusuf Aksu’yu tanıdığını, kolay kolay telefona çıkmadığını da bildiğini belirtti, bu durumda kendisiyle görüşmek istediğini önceden nasıl bildirebileceğini sordu. Adam, adlarını verip görüşme konusunu da kendisine bildirmeleri durumunda, haberin yerine ulaşacağını söyledi ya Hakkı Köse’nin görüş alışverişinde bulunma gerekçesini saçma buldu, “Bizim patron avukat değil!” dedi, sonra, hiç eveleyip gevelemeden, kas gücünü fazlasıyla aşan bir güce dayandığını sezdiren bir havayla, burada daha fazla oyalanmalarının kendileri için iyi olmayacağını bildirip asansörün kapısını gösterdi. Hakkı Köse arkadaşının kulağına eğildi, “Kapıcı numarası yapıyor, ama sıkı bir koruma: boya posa baksana!” diye fısıldadı. “Bizden başka korumasız adam kalmadı şu memlekette!” Hem bir kez daha haklı çıktığı, hem de, büyük adam olmasının daha çok bir ölü gibi düşünülmesini kolaylaştırmasına karşın, Yusuf Aksu’nun ölmediğini öğrendiği için hoşnuttu. Bayram Beyaz’sa, bayağı düş kırıklığına uğramış olmakla birlikte, tümden umudunu kesmiş değildi.
Ertesi gün, işe giderken de, işten dönerken de yolunu uzatıp Maçka’daki apartmanı kolaçan etti, akşam karşılarına çıkan iriyarı adamın kapıda oturduğunu görünce, beklenmedik bir korkuyla titredi, herhangi bir girişimde bulunmaktan vazgeçti. “Nasıl olsa adres belli!” diye söylendi. Eriştiği bu biricik veriyi değerlendirerek tam iki hafta süresince, Yusuf Aksu’ya her gün bir başka mektup yazdı, her gün biraz daha zorlu bir tutkuya dönüşen dileğini yineledi. Hiçbir yanıt gelmedi. O zaman, gazeteden izin alarak, tam sekiz gün süresince, Yusuf Aksu’nun sokağa çıkmasını bekledi; dokuzuncu gün, öğleüzeri, havanın oldukça sıcak ve pırıl pırıl olmasına karşın, sırtına uzun bir yağmurluk giymiş, orta boylu, zayıf bir adamın kapıdan çıkarak ürkek adımlarla kaldırımın kıyısına dikildiğini, Yusuf Aksu’nun gazetelerde yayımlanan fotoğrafına da çok benzediğini gördü, Kızıl Tosbağa’yı çalıştırmasıyla yolu geçip önüne varması bir oldu. Arabadan fırlayıp karşısına dikildi, “Hocam, yardımcı olabilir miyim?” diye sordu. Adam, elleri yağmurluğunun ceplerinde, korkuyla karışık bir şaşkınlıkla yüzüne baktı, sonra, hiçbir şey söylemeden, kendisi arabadan çıktığı sırada yanaşıp durduğu anlaşılan ve şimdi açılmış kapısının önünde, özel kılıklı, iriyarı, ama bayağı yaşlı bir adam bekleyen kocaman arabaya doğru yürüdü.
Bayram Beyaz büyük adama ulaşmanın belki de tek yolunun kendilerini kabaca geri çevirmiş olan iriyarı kapıcı ya da koruma olduğunu düşündü o zaman; bir hafta da ona yaklaşmanın yollarını araştırdı, bir iki kez polis gibi uzaktan uzağa izledi onu, bakkaldan, kasaptan, çiçekçiden, yakınlarda bir kahvenin garsonundan bilgi almaya çalıştı. Hepsinin de ondan saygı ve korkuyla söz ettiklerini gördü: “Müslüm abinin sağı solu belli olmaz!” diyor, başka bir şey demiyorlardı. O gene de umudunu kesmedi. Bir sabah, koltuğunun altında üç ekmek ve bir gazeteyle bakkaldan döndüğü sırada, birden karşısına dikildi.
“Merhaba, Müslüm abi,” dedi.
“Merhaba,” diye yanıtladı kapıcı, öyle durup ölçüsünü alır gibi tepeden tırnağa süzdü onu. Bu bıyığıyla kravatından başka her şeyi bir yumuşaklık ve yuvarlaklık izlenimi uyandıran, hiç güneş görmemiş gibi apak, ablak yüzlü, seyrek saçlı, nerdeyse boyunsuz, ufak tefek, karpuz göbekli adamı tanımaya çalıştı, bir yerlerden çıkarır gibi oldu, ama belli bir uzama ve belli bir zamana bağlayamadı, herhalde çok eskiden ve bir başka yerde, örneğin memlekette gördüğünü düşündü. “Kusura kalma, bir yerlerden gözüm ısırıyor seni, ama tanıyamadım. Tokatlı mısın?” dedi.
Bayram Beyaz şaşırdı, ama, bir an sonra, gözlerinde bir parıltı belirdi.
“Evet, Tokatlıyım,” dedi sevinçle.
“İçinden mi?”
“Evet, içinden.”
“Adını bağışla.”
“Adım Bayram.”
“Soyadın?”
“Soyadım Beyaz.”
“Hiç duymadım, ama ben Tokat’ın köylüğündenim, hem de yedi yıldır memlekete gidemedim,” dedi Tokatlı Müslüm, gözlerini bilinmedik hemşeriye dikti, zararsız, üstelik okumuş birine benzediğini, iyi bir hemşerinin yeri gelince çok yararlı olabileceğini düşündü. “Bir emrin mi vardı?” diye sordu.
“Estağfurullah. Hemşerim olduğunu duydum, tanışmak istedim,” dedi Bayram Beyaz.
Tokatlı Müslüm hemşerisine düşlerindeki apartmanı gösterdi.
“Gel,