Yalan. Yücel Tahsin
bir bilim adamı, özgün bir düşünür olduğunu, üç yıl önce tüm gazetelerin ondan söz edip boy boy resimlerini basmasının da bunu yeterince kanıtladığını söyleyince, kuşkusu büsbütün arttı, “Biliyorum, bana da göstermişlerdi, ama gazeteler orospunun, hırsızın, densizin, itin, kopuğun, yani yaramaz adamların resmini basar, sen gazetelere bakma,” dedi, sonra, durumunun üstünlüğünü açık açık vurgulayan bir havayla, “İşin yoksa, pazar günü gene uğra,” diye ekledi.
“Uğrarım, bundan önemli ne işim olabilir ki?” dedi Bayram Beyaz. “Kaçta geleyim?”
Tokatlı Müslüm kuşkulu gözlerle, tepeden tırnağa süzdü hemşerisini.
“Öğleye doğru gel işte, bir yerlerde bir şeyler yeriz,” dedi.
“Sağ ol, Müslüm abi,” dedi Bayram Beyaz.
O akşam, evinde, en az iki saat süresince, gazetesinin yayımladığı ajandadan başını kaldırmadı, bu önemli karşılaşmanın ayrıntılarını zamanla unutmak korkusuyla, yaşamında ilk kez bir tür günlük tutmaya girişti, Yusuf Aksu’nun “tüm yerleşik bilgilerimizi yerle bir eden” kuramını oluşturmaya daha küçük bir ortaokul öğrencisiyken başladığını, bu kurama göre, dilin her şeyi çorbaya çevirdiğini, bu nedenle olay ve düşünceleri kâğıda dökmemizin çok zor olduğunu, İsa’nın öğretisini aktarmak için beş ayrı İncil yazılmasının da bu nedenden kaynaklandığını yazdı, büyük dilcinin konukseverliği, alçakgönüllülüğü ve evinin görkemi, kitaplığının zenginliği konusunda ayrıntılara girdi, yedi sekiz sayfayı dolduruverdi, ama, daha şimdiden, birçok konuda ikircilliğe kapıldı, birçok ayrıntının belleğinden tümüyle silinmiş olduğunu ayrımsadı. “Bundan böyle, daha uyanık davranmalıyım, tüm dikkatimi toplamalıyım,” dedi kendi kendine. Tüm hafta boyunca, ajandayı ikide bir yeniden açıp eklemeler, düzeltmeler yaptı, gene de yazdıklarının yaşanmışın soluk bir gölgesi bile sayılamayacağı kanısındaydı. Pazar günü, Yusuf Aksu’ya yemekten önce gitme olasılığını da göz önüne alarak, erkenden Maçka’ya geldi, Tokatlı Müslüm kendisini apartmanın kapısında karşıladı. Ama, umduğunun tersine, “bir yerlerde bir şeyler” yemeden önce bir kahvede oturup “laflama” önerisinde bulundu.
Bu dolaylarda Tokatlı Müslüm’le yürününce, gidilecek yere ulaşmak hiç kolay olmuyordu: ince ince yağan yağmurun altında, komşu apartmanların kapıcıları, kapıcıların eşleri, çocukları, konukları, o geçerken hemen koşup önünü kesiyor, saygıyla hatırını soruyor, görüp işittiklerini anlatıp görüşünü alıyorlardı; iş kapıcılarla da bitmiyor, bakkal, berber, çiçekçi, muslukçu da seslenip dükkânına çağırarak bir şeyler ısmarlamak ve bir şeyler danışmak istiyordu. Sonunda, birkaç sokaktan geçerek bir bodrum katında geniş bir kahveye yöneldiler. Daha kapıda görünmeleriyle, kahvede oturan insanların nerdeyse yarısının ayağa fırlaması bir oldu. “Hoş geldin, Müslüm abi!” deyip eline sarıldı herkes, kimi elini, kimi yanaklarını öptü. Tokatlı Müslüm, gür bir sesle, “Bu da benim değerli hemşerim Bayram bey, hem müdür, hem gazeteci!” dedikten sonra, dip köşede üstüne yeni bir örtü örtülmekte olan masaya yöneldi, önce Bayram Beyaz’ı oturttu, sonra kendisi oturdu, önüne dikilip ellerini kavuşturan garsona “Sor herkese, ne içerler,” dedi, arkasından, Bayram Beyaz’ın anlayamadığı bir sıra ve düzene göre, beşer onar dakikalık sürelerle, üçer dörder masasına gelip oturan kasabalı kılıklı insanlarla alım satım, taşıma, borç, alacak, korkaklık, gözüpeklik gibi izlekler çevresinde dönen birtakım karmaşık konulara girdi, kimilerinden hiç saymadan para aldı, kimilerine üst üste üç kez sayarak para verdi; kimilerini “İşte, hemşerimiz de karlı dağ gibi arkamızda!” diyerek dostlarını Bayram Beyaz’ın tümden yabancı olduğu konularda güvene getirdi, kendisine yarım metre yukarıdan bakan, iriyarı bir adamı da azarlayarak göğsünden itti. En sonunda, “Hadi, hemşerim, biz gidip bir şeyler yiyelim,” diyerek yerinden kalktı, aynı anda ayağa fırlayan dostlarıyla yeniden tek tek öpüştü. Bir sokak ötede, gene bodrum katında bir kebapçıya girdiler. Burada, müşteriler arasında başını çevirip bakan olmadıysa da dört garson birden karşıladı hemşerileri, “Buyursunlar, Müslüm abi,” diyerek en azından sekiz kişinin yemek yiyebileceği kocaman bir yuvarlak masaya götürdüler. Tokatlı Müslüm Yusuf Aksu’ya ve kendisiyle görüşebilme olasılıklarına ilişkin sorularını “Herif kaçık, sıkıştırmaya gelmez!” türünden bulanık yanıtlarla geçiştirip cimriliğine, iş bilmezliğine geçti. “Ama Tanrı kime neyi vereceğini bilmiyor!” diye söylenerek dalıp gitti bir süre. Koca bir diş çiğköfteyi ağzına attıktan sonra, dudaklarını şaklattı. “Onun elindeki yerler bende olsa! Ama hiç kimseyi karıştırmaz işine! Bu gidişle canım servet devlete kalacak, beni deli eden işte bu,” dedi, sayısız han ve apartmanlarının dökümünden, topladığı kiraların düşüklüğünden, bir türlü akıl erdiremediği radyo tutkusundan, günler boyu beş dakika olsun evden dışarı çıkmadan yalnızlığa katlanma inadından söz etti, “Elden ayrıksı bir manyak işte!” dedi. Bu arada, bu deli adamla ilişki kurmak istemesinin gerçek nedenini ortaya çıkarabilmek için ustalıkla ağız aradı, “Evet, böyle, sonunda bunca mal devlete gidecek,” deyip içini çekti, Parliament paketini hemşerisine doğru itti. Yusuf Aksu’ya kazanç amacıyla ulaşmaya çalışması durumunda, sıkı bir işbirliğinin her ikisinin de çıkarına olacağını çıtlatmaya çalıştı. Bayram Beyaz genellikle susmayı yeğledi. Yalnız, bir an, Yusuf Aksu’nun kuramının kitleye ulaşmaması bu adamın işiymiş gibi tuhaf bir kuşku ışıyıp söndü içinde.
En sonunda, Tokatlı Müslüm Yusuf Aksu’dan söz etmekten de, durmadan birbirini izleyen bira şişelerinden, tepeleme adana, çiğköfte, salata tabaklarından da bıktı, “Bir şeyler alalım da arkasını bizim evde getirelim,” dedi. Hesabı ödeyip kalktılar, garsonlar kapıyı açıp saygıyla eğildi önlerinde. Mezeci ve manavda da saygıyla karşılandılar. Müslüm efendi, bunun çok doğal bir durum olduğunu kanıtlamak ister gibi, “Görüyorsun, hemşerim,” dedi, “buralarda hatırımız sayılır, hem de her şey bizden sorulur.”
Apartmana döndüklerinde, saat altıyı geçiyordu. Güneş batmaya yüz tutmuş, ortalığa tatlı bir serinlik çökmüştü. Tokatlı Müslüm, burada bir dakika beklemesini söyledi, paketleri alıp aşağıya indi; dediği gibi, bir dakika sonra geri döndü.
“Hadi bakalım, biraz da yukarıya çıkalım,” dedi.
Bayram Beyaz’ın gözleri parladı, tam umudunu kesmişken, amacına ulaşmak üzere olduğunu düşündü. Ama, asansörden çıktıkları zaman, Tokatlı Müslüm hiç görmediği bir kapıyı açtı, “Önden buyur!” deyip tepeleme eski masa, koltuk, sandalye, abajur, pirinç ya da ahşap karyola dolu bir evin içinden geçirdi onu, bir kapı daha açtı, kocaman bir taraçaya çıktılar. Bayram Beyaz neye uğradığını bilemedi, ta Boğaz’ın ötelerine uzanan, uçsuz bucaksız görünüm karşısında başı döndü, birileri kendisini tutup bunca yükseklerden oralara fırlatacakmış gibi, hemşerisinin koluna yapıştı, onun arkasından yürüdü, adam boyu, kocaman bir tel kapının önüne geldiler. Birdenbire, ak, gök rengi, göl mavisi, kara, kahverengi, yüzlerce güvercin, içeride bir yerlerden bu tel kapıya doğru atıldı, hep birlikte kanat çırpmaya, kulakları sağır edercesine kuğurdamaya başladı. Bayram Beyaz’ın gözleri karardı. Müslüm’ün tel kapıyı açmasını, koca taraçanın renk renk, biçim biçim güvercinlerle dolarak canlı bir uzam gibi dalgalanmasını, sonra, Tokatlı Müslüm’ün güvercinlerden birini tutup havaya fırlatması üzerine, nerdeyse korkunç bir kanat şakırtısı içinde, gökyüzünde ışıl ışıl bir güvercin bulutu oluşmasını bir düş görür gibi izledi, “Maçka’nın ortasında bunca cins güvercin! Olamaz! Olamaz!” diye söylendi. Yaptığının ayrımına varmadan, olduğu yere çöktü. Müslüm’ün, omzunda