Eleştirinin Sis Çanı. Semih Gümüş
ki, bir tür merak romanı, meraklısını buldukça. Kimi romancıların ellerinin altında bulundurup yeni bir roman yazmaya başladıklarında açıp okuduğu romanlar vardır, işte onlardan Sirte Kıyısı. Öğretici, ufuk açıcı ya da esinleyici.
Sirte Kıyısı’nın durgun bir dil içinde ağır ağır akışına tutulduğumu söylemeliyim. Okuru da durgunlaştıran, insanın üstüne binen bir ağırlık, sorumluluk gibi duran bir roman. Kendi koşullanmış eğilimimi mi belirtiyorum –herkes kararını okurken verir.
Öte yandan, romandaki Orsenna, Fargestan ya da Amirallik de başka türlü yaşayabilecek durumda değildir. Bu insan yerleşkelerinin hayatı bir sınıra getirip orada durduran düzenleri, tarihle birlikte içlerindeki insanları da oraya getirip bırakmıştır. Kahramanımız Aldo bu yüzden uzun düşünmeler, bekleyişler içinde geçirir zamanı. Kentlerle insanlar arasındaki bu ilişki Gracq’ın ustalıkla yarattığı yazınsal bağların başında gelir.
Gracq’ı, sözcükleri tek tek düşünüp küçük, ağır hareketlerle Sirte Kıyısı’nı yazarken hayal ediyorum. Öyle de okunmasını istediğini seziyorum. Bu arada Gracq, romanın cümlelere ağırlık vererek yazılmayacağını, belirtiyor, ama ben Sirte Kıyısı’nı cümlelere ağırlık vererek okuduğumu söylemek zorundayım. Ancak öyle tadına varabilirdim bu büyük romanın.
Gracq romanını, “Hiçbir zaman yapılmayacak bir deniz savaşı sürekli beklenmektedir,” sözleriyle de saptıyor ki, bana kalırsa bu, Sirte Kıyısı’nın en çarpıcı ve yazınsal bakımdan göz önünde durması gereken anlamı. Belki bu romandan çok etkilenmemin nedeni bu: Yolculuk, dinginlik, bekleyiş: yazılmış bunca romandan sonra insanın yazılacak şimdiki halleri…
Roman yazarı olsaydım, yeni bir romana başlamadan önce ben de ilk açıp okuyacağım başucu kitabı olarak Sirte Kıyısı’nı mı seçerdim?[1]
Edebiyatımızda Geleceğin Yazarları
Geleceğe kalmak: edebiyatın büyülü sözlerinden. Bazen yazarın itiraf etmediği özlemi. Yaratıcı yazarların ölümden sonra bile olsa geleceğe kalacak ruh ikizlerini bilmenin iç huzuruyla beklemelerine neden olan güçlü duygu.
Gene de ölümden sonra kalıcı olduğunu bilmek yerine, yaşadığı zamanın kahramanı olmayı yeğleyenlerin sayısı daha çok. Yazar-insan: yaratıcılığını derinleştirdikçe değer kazandığını bilen yazar ile değerinin karşılığını görmekten mutlu olan insan. Çoğun ne biriyle yaşayabiliyor yazar, ne de yalnızca öbürüyle. Eleştirinin yazarın bu duruş biçimini anlama, edebiyat yapıtlarının yerini saptama, metin içi çözümlemelerle yazılanların yeniden üretiminin yollarını açma işlevinin yeri başka bir biçimde doldurulamıyor.
Eleştirinin bu etkinliği, aslında örtük eleştiri kitapları olan antolojilerde olduğu gibi, bir dizi doruk noktasını ya da uç veren filizleri saptayarak kanonların oluşumuna katkı biçiminde dışavurur. Fransız edebiyat dergisi Lire’in, Mayıs 2005 sayısında, 21. yüzyılda edebiyat dünyasına damgasını vuracak 50 yazarın adını vermesi, bu tür eleştirinin etkin bir biçimini gösterdi.
Derginin genel yayın yönetmeni François Busnel, romanın gelecekte de yaşayacak bir tür olduğunu göstermeyi amaçladıklarını, derginin editörlerinin dünya edebiyatında kendilerini yeni gösteren yazarlar arasından 50’sini bunun göstergesi olarak seçtiklerini belirtiyor. Geleceğin G. Garcia Marquez’leri, Salman Rushdie’ leri olarak sunulan bu 50 yazar arasında Aslı Erdoğan’ın da bulunmasıysa, haberin asıl ilgi çekici yanı.
Lire dergisi geleceğin Dostoyevski’lerini, Tolstoy’ larını, Stendhal’lerini değil de, yakın gelecekte artık çağdaş klasikler olarak anılabilecek yazarların ardıllarını belirlemeyi amaçlamış. Sanırım benzer bir durumda biz de geleceğin Halit Ziya, Esendal, Sait Faik ya da Tanpınar’larının değil de, önümüzdeki yirmi-otuz yıl içindeki Yaşar Kemal, Vüs’at O. Bener, Yusuf Atılgan, Adalet Ağaoğlu, Bilge Karasu, Leyla Erbil, Oğuz Atay ya da Füruzan gibi ustaların yerlerine anılacak yeni yaratıcıların kimler olacağını soracağız.
Lire dergisinin listesindeki yazarların en genci İngiliz Adam Thirlwell 27, en yaşlısı Güney Koreli Hwang Sok-Yong 62 yaşında. Doğrusu, biz hep genç kalmakta ısrarlı insanlarla yaşadığımız için, 21. yüzyılın yaratıcılarını seçerken aklımıza bugün 62 yaşına dayanmış bir yazar gelmez.
Bugüne damgasını vuran yazarlar arasından geleceğin ustalarını saptamak için yayımlanmış kitaplara bakılmalı. İlk kitapla bunu anlamak olanaksızsa, birkaç kitap aranır. Çalışmayla kazanılmış ustalığın yanında, bazen kaynakları belirsiz yetenek de ölçü olabilir.
İlk romanı Kabuk Adam, Aslı Erdoğan’ın (1967) geleceğin 50 yazarı arasında yer almasını sağlayamazdı. Ne zaman birbirleriyle iç içe geçmiş öykülerden oluşan Mucizevi Mandarin yaratıcı bir yazarın haberini verdi, onu çok geçmeden Kırmızı Pelerinli Kent izledi, o zaman önemli bir anlatı yazarıyla karşı karşıya olduğumuzu düşünmüştüm. Neden sonra pek çoklarının dilinde dolaşan “Tahta Kuşlar”ı da, farklı bir biçimini Adam Öykü’de yayımladıktan sonra sık sık anmaya çalıştım ki, Aslı Erdoğan’ın bazen yaralı bir bilinçle kendini gösteren değeri gözden kaçmasın.
Hem de üretkenliği nicedir uzun bir uykudayken Lire dergisinin editörleri Kırmızı Pelerinli Kent romanında Aslı Erdoğan’ın geleceğin yaratıcıları arasında yer alabileceğinin ipuçlarını görmüş. Onlar elbette Aslı Erdoğan’a zar atıyor. Yoksa bir yazarı kendi ülkesinin dışında tam olarak anlamak neredeyse olanaksızdır. Bu yüzden geleceğe kalacak 50 yazar arasında Türkiye’den Aslı Erdoğan’ın seçilmesi Lire dergisi editörlerinin öznelliğiyle sınırlı bir doğrudur, ama yanlış da değildir.
Aslı Erdoğan, benim için de geleceğin yazarları arasında öncelikle aklıma gelenler arasında, ama Latife Tekin’in (1957) Sevgili Arsız Ölüm ve Berci Kristin Çöp Masalları ile yarattığı etkinin yazınsal nedenleri ondan da önce gelir aklıma. Buzdan Kılıçlar’dan sonra verdiği uzun ara kaçınılmazdı, ama art arda gelen Ormanda Ölüm Yokmuş ile Unutma Bahçesi insanın hayatın içindeki duruşunu sorgulayan, sonsuzluk noktasında romanlardı. Varoluş sorunsalına göndermelerle insanın özünü tartışan, yaratıcı düşüncenin itkisiyle kurulmuş bu iki romanı öncekilerle bir arada düşünülünce, Latife Tekin’in geleceğin yazarı olduğu kuşkusuz, ama günümüzün önemli yaratıcılarından biri olduğu da unutulmadan.
Cemil Kavukçu (1951) ile Mahir Öztaş (1951) aynı dönemin sıradışı öykü yazarlarıydı; ikisini da başlangıçta merakla izleyenler, birbirinden farklı ve eski ustaların düzeyinde öyküler yazdıklarını gördü. Ortak özellikleri öykücü kimlikleriyle edebiyatımızda sağlam yerler edinmişken ikişer roman yazmaları. Roman, sanırım farklı dünyaları anlatmak isteyen öykücüyü zorla kendine çekiyor. Yoksa Cemil Kavukçu ya da Mahir Öztaş’ın roman yazmasının nedeni yazınsal etmenlerin zoru değil. İkisi bugünün de ustaları, ama onların yaratıcılıklarının gelecekte örnek alınacağı da saptanabilir.
Yarım yüzyıl önce Vüs’at O. Bener’in Dost ve Yaşamasız’ı nasıl karşılanmışsa, Hasan Ali Toptaş’ın (1958) yazdıkları da öyle. Belki merak ile anlatılabilecek, sınırlı bir ilgi vardı ilk romanlarına, ama Bin Hüzünlü Haz ipleri kopardı. Onun “tuhaf bir Kafka” gibi abartıldığı söylendi –bir tür kaygıydı bu. Bugünün yazarı değildi o. Anlaşılması güç metinler yerine, popüler bir dil seçmesi de önerildi Hasan Ali Toptaş’a. Oysa Bin Hüzünlü Haz, günümüzün
1
Julien Gracq (1910) Nantes yakınlarında Saint Florent’da doğmuş. Asıl adı Louis Poirier. Julien adını Kızıl ile Kara’nın Julien Sorel’inden, Gracq’ı da Romalı Gracchus kardeşlerden almış. “Aslında pek de öyle bilinçli bir seçim değildi,” diyor. Bir takma ad gerekiyormuş, kısa ve akılda kalıcı olsunmuş, o kadar. Uzun yıllar lisede coğrafya dersleri vermiş. Breton’la yakınlaşmış, ama Sürrealistlere hiçbir zaman katılmamış. 1951 yılında Sirte Kıyısı’na verilen Goncourt Ödülü’nü reddetmiş. Paris edebiyat çevrelerini yok saydığı gibi, dünya nimetlerine de yüz vermemiş. Türkçe’de Sirte Kıyısı’ndan başka Argol Şatosunda ve Ormana Bakan Balkon adlı kitapları yayımlandı.