Kehanet Gecesi. Пол Бенджамин Остер
Bu tür şeyleri romanlarda okumuştum, ama yazarların hep ilk bakışmanın gücünü abarttıklarını sanmıştım, insanların dilinden düşmeyen ve erkeğin sevdiği kadının gözlerine ilk kez baktığı, o ânın gücünü. Benim gibi doğuştan karamsar biri için tamamıyla şaşırtıcı bir deneyimdi bu. Sanki ahir zaman ozanlarının dünyasına fırlatılmıştım da La Vita Nova’nın birinci bölümünün bir parçasını yaşıyordum (…düşüncelerimdeki muhteşem kadın karşıma ilk çıktığında…), binlerce unutulmuş aşk sonesinin eskimiş dizelerindeki kişi bendim sanki. Yanıyordum. Özlemle yanıp tutuşuyordum. Bitkindim. Dilim tutulmuştu. Ve bütün bunlar olabilecek en ruhsuz yerde gelmişti başıma, yirminci yüzyılın sonlarının havasını taşıyan bir Amerikan bürosunun sert floresan ışıkları altında, insanın hayatının aşkına rastlamayı hiç ummayacağı bir yerde.
Böyle bir olayın açıklaması olamaz, neden şuna değil de buna âşık olduğumuzu açıklayacak nesnel bir gerekçe yoktur. Grace hoş bir kadındı, ama ilk karşılaşmamızın o ilk birkaç, allak bullak edici saniyesinde bile, Grace’in elini sıkıp onun Betty’nin masasının yanındaki koltuğa oturuşunu izlerken bile, aşırı güzel olmadığını görebilmiştim, kusursuzluklarının pırıltısıyla gözünüzü alan şu film yıldızı tanrıçalardan değildi. Kuşkusuz çekiciydi, çarpıcıydı, göze çok hoş görünüyordu (bu sözcükleri istediğiniz gibi yorumlayabilirsiniz), ama benim üzerimde ne kadar güçlü bir çekim gücü olursa olsun bunun salt fiziksel bir çekim olmadığını biliyordum, görmeye başladığım düşün bir anlık bir arzudan doğan hayvansal bir dürtü olmadığını da. Grace’i zeki bulmuştum, ama toplantı uzadıkça ve kitabın kapağıyla ilgili düşüncelerini açıklamasını dinledikçe Grace’in düşüncelerini son derece açıkça ifade edebilen biri olmadığını gördüm (iki fikir arasında sık sık duraklıyordu, küçük, işlevsel sözcüklerle yetiniyordu, soyutlama yeteneğine sahip olmadığını sanıyordum), o öğle sonrasında söylediği hiçbir şey özellikle parlak ya da unutulmaz değildi. Kitabım hakkında üç-beş gönül alıcı söz ettiyse de benimle ilgilendiğini gösterecek en ufak bir ipucu vermedi.Bense işkenceler içindeydim, yanıp tutuşuyor, özlem çekiyordum, aşkın pençesine düşmüş bir adamdım.
Bir yetmiş üç boyunda, altmış kilo ağırlığındaydı. Zarif bir boynu, uzun kolları ve uzun parmakları vardı, teni beyazdı, saçlarıysa kısa ve kirli sarıydı. Sonradan farkına vardığım gibi bu saçlar, Küçük Prens’teki kahramanın saçlarına benziyordu –sağa sola fışkıran kâh düz kâh bukleli saçlar– ve belki de bu ilinti, Grace’in çevresine yaydığı çifte cinsiyetli aurayı pekiştiriyordu. O öğle sonrasında üzerinde olan erkeksi giysilerin de bu imajın oluşmasında payı vardı kuşkusuz: siyah kot pantolon, beyaz bir tişört ve açık mavi keten ceket. Yanımıza geldikten beş dakika sonra ceketini çıkarmış ve iskemlesinin arkalığına asmıştı; kollarını, o uzun, pürüzsüz, olağanüstü kadınsı kollarını gördüğümde onlara dokunana, ellerimi bedenine koyma ve çıplak teninde dolaştırma hakkını elde edene kadar huzur bulmayacağımı anlamıştım.
Ama ben Grace’in bedeninden daha derine inmek istiyorum, onun fiziksel varlığının rastlantısal olgularından daha derine. Bedenlerin önemi vardır elbette, kabul etmek istediğimizden de daha önemlidirler, ancak bedenlere âşık olmayız biz, birbirimize âşık oluruz ve varlığımızın büyük kısmı et ve kemikse böyle olmayan pek çok yanımız da vardır. Bunu hepimiz biliriz ama yüzeysel niteliklerin ve görünümlerin oluşturduğu listenin ötesine geçer geçmez kelimelerimiz tükenir, paramparça olup gizemli karmaşalarda ve bulanık, önemsiz metaforlarda dağılırlar. Bazıları buna varolmanın alevi der. Kimileriyse içteki kıvılcım ya da kişiliğin iç ışığı der. Özün yangını diyenler de vardır. Bu deyimler hep sıcak ve aydınlatma imgelerinden yararlanmaktadır ve bu güç, bazen ruh diye adlandırdığımız bu hayatın özü, bir başka insana gözlerimiz yoluyla iletilir. Elbette bu noktada ısrar eden şairler haklıydılar. Arzunun gizemi, sevgilinin gözlerine bakınca başlar, çünkü ancak orada o kişinin kim olduğuna ilişkin bir ışık yakalarız.
Grace’in gözleri maviydi. Yer yer kahverengi, çoğunlukla gri benekli koyu maviydi, belki ela pırıltılar da vardı. Kolay anlaşılmayan gözlerdi onunkiler, belli bir anda üzerine düşen ışığın yoğunluğuna ve rengine göre renk değiştirirlerdi; onu Betty’nin bürosunda ilk gördüğüm gün, çevresine böylesine huzur ve dinginlik yayan bir başka kadınla tanışmadığımı düşünmüştüm, o sırada yirmi yedisinde bile olmayan Grace sanki hepimizden çok daha yüce bir mevcudiyet kazanmıştı. Gizemli bir havası olduğunu ya da azizeler gibi bir tenezzül ya da kayıtsızlık bulutu içinde, bulunduğu ortamın üstünde süzüldüğünü söylemek istemiyorum. Tam tersine, görüşmemiz süresince oldukça hareketliydi, kolayca gülüyordu, gülümsüyordu, uygun sözcükleri kullanıyor, uygun el-kol hareketleri yapıyordu, ancak Betty ile benim ona önerdiğimiz fikirlerle profesyonelce ilgilenmesinin altında herhangi bir iç mücadele yatmadığını şaşırarak seziyordum; zihinsel dengesi, onu modern yaşamın bildik çelişkilerinin ve saldırganlıklarının –kendinden kuşku, kıskançlık, alaycılık, başkalarını yargılama ya da küçümseme ihtiyacı, kişisel hırsın yakıcı, dayanılmaz sancısı– dışında tutar gibiydi. Grace gençti, ama ruhu yaşlıydı ve yıpranmıştı, o ilk gün onunla Holst&McDermott’un bürosunda otururken ve gözlerine bakıp incecik, kıvrımlı bedeninin hatlarını incelerken, onu sarıp sarmalayan dinginlik duygusuna, içinde yanan ışıl ışıl sessizliğe âşık oldum.
4
Karıma dünyada John’dan başkası
Gracie
demezdi. Hatta annesiyle babası bile artık öyle çağırmıyorlardı kızlarını; Grace’i tanıyalı üç yıldan fazla olmuştu ama ona bir kez bile o takma adla seslenmemiştim. John ise onu doğduğundan beri tanıyordu, hatta doğduğu günden beri, zaman içinde John’a pek çok ayrıcalık tanınmış, o da ailenin dostu olmaktan çıkıp gayri resmi akraba konumuna geçmişti. Sanki en sevilen amca statüsünü kazanmıştı ya da gerçekten öyle olmasa da vaftiz babası bile denebilirdi ona.
John Grace’i seviyordu, Grace de onun sevgisine karşılık veriyordu; ben de Grace’in hayatındaki erkek olduğum için John beni yakın aile çevresine dahil etmişti. Rahatsızlığım süresince Grace’in bu buhranlı günleri atlatmasına yardımcı olmak için zaman ve enerji harcamıştı, ben ölümden kurtulunca da her akşamüzeri hastaneye gelip yanımda kalmayı alışkanlık edinmişti, sonradan farkına vardığım gibi beni canlılar dünyasında tutmaya çalışmıştı. Grace ile birlikte onun evine yemeğe gittiğimiz gün (18 Eylül 1982), New York’ta John’a, ikimizden daha yakın kimse olduğunu hiç sanmıyordum. Bize de ondan yakın kimse yoktu. Cumartesi gecelerimize neden bu kadar önem verdiğini, bacağından sorunu olduğu halde buluşmayı iptal etmek istememesini açıklar bu. Yalnız yaşıyordu ve insan içine de pek çıkmadığından bizimle buluşması toplumla tek ilişkisi, birkaç saat kesi
Примечания
1
O sabahtan bu yana yirmi yıl geçti, birbirimize söylediğimiz şeylerin büyükçe bir bölümü unutuldu. Kayıp diyaloğu hatırlamak için belleğimi yokluyorum, ama ancak birkaç kopuk parça buluyorum, bulunduğu ortamdan koparılmış bölük pörçük şeyler. Emin olduğum bir tek şey varsa o da Chang’e adımı söylemiş olduğum. Benim yazar olduğumu keşfetmesinden sonra yapmış olmalıyım bunu; çünkü onun bana kim olduğumu sorduğunu duyar gibiyim, yazdıklarımdan okuduğu var mı, diye sormuştur. “Adım Orr,” demiştim ona, adımdan önce soyadımı söyleyerek. “Sidney Orr.” Chang’in İngilizcesi yanıtımı anlamasına yetmiyordu. Ben Orr deyince o ‘or’