Kehanet Gecesi. Пол Бенджамин Остер

Kehanet Gecesi - Пол Бенджамин Остер


Скачать книгу
ederim Mister Chang,” dedim. Sonra kartı cebime atıp hesabı ödemek için cüzdanımı çıkardım.

      “Mister değil,” dedi Chang, yüzünde yine o geniş gülümseme vardı. “M.R. Böyle yazılınca daha önemliymiş gibi duruyor. Daha Amerikan.”

      Yine ne diyeceğimi bilemedim. Bu harflerin ne anlama gelebileceği hakkında kafamdan bir-iki şey geçtiyse de bunları dile getirmedim. Mühim Rakamlar. Muhtelif Rivayetler. Markalı Resimler. Bazı düşünceleri söylememekte yarar vardır, ben de kasvetli şakalarımla adamcağızı sıkmak istemedim. Kısa ve sıkıntılı bir sessizlikten sonra adam bana beyaz torbayı uzatıp teşekkür anlamında önümde eğildi.

      “İşinizde iyi şanslar dilerim,” dedim.

      “Çok küçük yer,” dedi. “Fazla mal da yok. Ama istediğiniz şeyi söylerseniz hemen getirtirim. Ne isterseniz getirtirim.”

      “Tamam,” dedim, “anlaştık.”

      Gitmek üzereydim ki Chang tezgâhın arkasından fırlayıp seğirtti, kapıda yolumu kesti. Görünüşe bakılırsa az önce çok önemli bir iş bağlamış olduğumuza inanıyor ve elimi sıkmak istiyordu. “Anlaştık,” dedi. “Sizin için de iyi, benim için de. Tamam mı?”

      “Tamam,” diyerek elimi sıkmasına izin verdim. Bu işi bu kadar büyütmek saçma geliyordu bana, ama zararsız bir oyundu. Hem dükkândan çıkmak istiyordum ve ne kadar az konuşursam o kadar çabuk yoluma devam edebilecektim.

      “Siz isteyin, ben bulayım. Ne olursa olsun bulurum. M.R. Chang istediğiniz malı getirtir.”

      Bunu söyledikten sonra kolumu iki-üç kez daha sıktı, sonra geçmem için kapıyı açtı; onun yanından geçip serin eylül gününe çıkarken o hâlâ başını sallayıp gülümsüyordu.[1]

      Mahalledeki lokantalardan birine uğrayıp kahvaltı etmeyi planlamıştım, ama evden çıkmadan önce cüzdanıma koyduğum yirmi dolarlık banknot azalıp üç dolara inmişti, biraz da bozuk param vardı, o kadar. Hatta vergiyi ve bahşişi eklerseniz lokantanın spesiyalitesi olan 2.99’luk mönüye bile yetmeyecekti. Elimde o torba olmasaydı yürümeyi sürdürürdüm ama elimdeki yükle sokaklarda dolanmanın bir anlamı yoktu, o arada hava da tatsızlaştığından (çisenti tam anlamıyla sağanağa dönüşmüştü) şemsiyemi açtım ve eve dönmeye kadar verdim.

      Günlerden cumartesiydi ve ben evden ayrılırken karım hâlâ yataktaydı. Grace dokuz-beş arası çalışıyordu ve ancak hafta sonlarında geç saatlere kadar uyuyabiliyor, saatin alarmı çalmadan uyanma lüksüne sahip olabiliyordu. Karımı rahatsız etmemek için olabildiğince sessiz davranarak evden çıkmış, çıkmadan önce de bir not yazıp mutfak masasının üzerine bırakmıştım. Şimdiyse bıraktığım notun altına birkaç cümle eklenmişti. Sidney: Umarım yürüyüşün eğlenceli geçmiştir. Bir-iki ufak tefeği halletmek için dışarı çıkıyorum. Fazla kalmam. Seninle çiftlikte görüşürüz. Sevgiler, G.

      Koridorun sonundaki çalışma odama gittim ve satın aldıklarımı torbadan çıkardım. Odam gardıroptan az büyük bir yerdi; bir çalışma masası, bir koltuk ve dört tanecik rafı olan minik bir kitaplık ancak sığıyordu içine, ama benim ihtiyacımı görüyordu, ihtiyacım da hiçbir zaman koltuğa oturup kâğıtlara yazı yazmaktan öte gitmemişti. Hastaneden taburcu edilmemden bu yana o odaya birkaç kez girmiştim, ama o eylül sabahına kadar –buna söz konusu sabah demeyi yeğliyorum– koltuğa bir kez bile oturmamıştım. Şimdi, acıyan, takatsiz popomu koltuğun sert tahtasına koyarken kendimi uzun ve zorlu bir yolculuktan dönen biri, dünyada hak ettiği yeri talep etmek üzere geri gelen bahtsız bir yolcu gibi hissettim. Yeniden o odada olmak güzeldi, orada olmayı istemek güzeldi; eski masama yeniden yerleşirken beni sarıp sarmalayan mutluluğun hemen arkasından bu an’ı, mavi deftere bir şeyler karalayarak ölümsüzleştirmeye karar verdim.

      Dolmakalemime yeni bir mürekkep kartuşu yerleştirdim, defterin ilk sayfasını açtım ve en üstteki satıra baktım. Nasıl başlayacağımı bilemiyordum. Bu girişimimin amacı özel bir şey yazmak değil, yazma yeteneğine hâlâ sahip olduğumu kendime kanıtlamaktı; bunun da anlamı, bir şeyler yazabildiğim sürece ne yazdığımın önemi olmadığıydı. Ne yazsam olurdu, herhangi bir cümle yeterliydi, yine de o deftere yazdığım ilk satırların aptalca şeyler olmasını istemiyordum; böylece sayfadaki küçük karelere, beyaz kâğıdı enlemesine ve boylamasına kateden ve o beyazlığı minik, birbirinin eşi kutulardan oluşan bir araziye çeviren sıra sıra açık mavi çizgilere bakarak zaman geçirdim; düşüncelerim o ince çizgili alanlara girip çıkarken birkaç hafta önce arkadaşım John Trause ile yaptığım bir konuşmayı hatırladım. Birlikteyken kitaplardan pek söz etmezdik, ama o gün John bana gençken hayranı olduğu romancılardan bazılarının kitaplarını yeniden okuduğunu söyledi; bu kişilerin yapıtlarının zamana karşı koyup koyamadığını merak ediyordu, aynı zamanda yirmi yaşındayken yaptığı değerlendirmelerin bugün için de, neredeyse yolun yarısına gelmişken geçerli olup olmadığını bilmek istiyordu. On tane yazara değindi, yirmi yazara, Faulkner ve Fitzgerald’dan Dostoyevski’ye ve Flaubert’e kadar herkese sıra geldi, ama aklımdan hiç çıkmayan ve şimdi, önümde açık duran mavi defterle çalışma masamda oturduğum sırada aklıma gelen, konunun dışına çıkarak Dashiell Hammett’in kitaplarından birindeki bir anekdotla ilgili söylediği şey oldu. “Bunun bir yerinde bir roman gizli,” demişti John. “Bunu kendim yapmayı isteyemeyecek kadar yaşlıyım artık, ama senin gibi genç bir punk bunu gerçekten işleyebilir, iyi bir iş çıkarabilir. Müthiş bir malzeme. Yapacağın tek şey, bundan bir hikâye çıkarmak.”[2]

      Malta Şahini’nin yedinci bölümündeki Flitcraft olayından söz ediyordu John, Sam Spade’in, Brigid O’Shaughnessy’ye, hayatından çıkıp giden ve bir daha görünmeyen adamdan söz ettiği tuhaf olay. Flitcraft, tam anlamıyla beylik bir adam, bir koca, bir baba, başarılı bir işadamı, yakınacak bir şeyi olmayan biri. Bir gün öğle yemeğine giderken bir binanın onuncu katındaki bir inşaattan bir kalas düşüyor ve onun başına çarpmasına ramak kalıyor. Birkaç santim yana gelse Flitcraft paramparça olacak, ama kalas ıska geçiyor, kaldırıma çarpınca kopup fırlayan bir taş parçasının yüzüne rastlaması dışında Flitcraft yara bere almadan oradan uzaklaşıyor. Ucuz kurtulsa da sarsılıyor adam ve bu olayı kafasından çıkarıp atamıyor. Hammett’in dediği gibi: ‘Sanki biri, hayatın kapağını kaldırıp ona içindeki mekanizmayı göstermişti.’ Flitcraft, dünyanın sandığı gibi huzurlu ve düzenli bir yer olmadığını anlar, başından beri dünyayı yanlış tanımış, hatta hiç anlamamış olduğunu fark eder. Dünyayı rastlantılar yönetmektedir. Ömrümüzün her günü rastlantılarla kuşatılmıştır, her an ölebiliriz, hem de hiçbir neden olmadan. Flitcraft yemeğini bitirdiğinde, bu tahrip edici güce boyun eğmekten başka seçeneği olmadığına karar verir, anlamsız, gelişigüzel bir hareketle kendini yadsıyıp hayatını silip atacaktır. Âdeta ateşe ateşle karşılık verecektir, masadan kalkar, eve dönüp ailesiyle vedalaşmak zahmetine katlanmadan, hatta bankadan para bile çekmeden başka bir kente gider ve yepyeni bir hayata başlar.

      İki hafta önce John’la bu bölüm üzerinde tartışmamızdan beri bu öyküyü ayrıntılarıyla anlatmaya kalkışmak isteyebileceğim aklımın ucundan bile geçmemişti. Bunun iyi bir malzeme olduğunda onunla hemfikirdim; iyiydi, çünkü hepimiz bir yerde yaşadığımız hayatı bırakmayı düşünmüşüzdür; iyiydi, çünkü şu ya da bu zamanda hepimiz bir başkası olmayı istemişizdir; ancak hemfikir olmam düşüncemi gerçekleştirmek istediğim anlamına gelmiyordu. Ama o sabah, neredeyse dokuz aydır ilk kez çalışma masamda oturmuş yeni satın aldığım deftere bakarken, beni sıkıntıya sokmayacak ve cesaretimi kırmayacak bir açılış cümlesi bulmaya çabalarken, şu eski Flitcraft


Скачать книгу

<p>1</p>

O sabahtan bu yana yirmi yıl geçti, birbirimize söylediğimiz şeylerin büyükçe bir bölümü unutuldu. Kayıp diyaloğu hatırlamak için belleğimi yokluyorum, ama ancak birkaç kopuk parça buluyorum, bulunduğu ortamdan koparılmış bölük pörçük şeyler. Emin olduğum bir tek şey varsa o da Chang’e adımı söylemiş olduğum. Benim yazar olduğumu keşfetmesinden sonra yapmış olmalıyım bunu; çünkü onun bana kim olduğumu sorduğunu duyar gibiyim, yazdıklarımdan okuduğu var mı, diye sormuştur. “Adım Orr,” demiştim ona, adımdan önce soyadımı söyleyerek. “Sidney Orr.” Chang’in İngilizcesi yanıtımı anlamasına yetmiyordu. Ben Orr deyince o ‘or’ anlamıştı, ben başımı iki yana sallayıp gülümseyince şaşkınlık ve mahcubiyet içinde kızarıp bozarmıştı. Tam hatasını düzeltip soyadımın yazılışını hecelemek üzereydim ki benim ağzımı açmama fırsat bırakmadan gözleri yeniden parladı, elleriyle kürek çeker gibi çılgınca çırpınmaya başladı, benim söylediğim sözcüğün belki de kürek anlamına gelen ‘oar’ olduğunu sanmıştı. Yine başımı hayır anlamında iki yana sallayıp gülümsedim. Chang pes etmişti, derin bir iç geçirip “Şu İngilizce korkunç bir dil,” dedi, “benim zavallı beynim için fazla karışık.” Mavi defteri tezgâhtan alıp kapağın iç tarafına büyük harflerle adımı yazana kadar bu yanlış anlama sürdü. Sonunda sonuç alınmıştı. Bunca çabadan sonra, Amerika’ya yerleşen ilk Orrların Orlovskyler olduğunu söylemeye kalkışmadım. Bu ad daha Amerikan görünsün diye büyükbabam kısaltmıştı, tıpkı Chang’in, adının yanına dekoratif ama anlamsız M.R. harflerini eklemesi gibi.

<p>2</p>

John elli altı yaşındaydı. Genç olmayabilirdi ama kendisini yaşlı hissedecek kadar yaşlı da değildi, özellikle de iyi bir biçimde yaşlanırken ve hâlâ kırklı yaşlarının ortasında ya da olsa olsa sonunda gösterirken. O sırada onu tanıyalı üç yıl olmuştu, Grace’le evli olmam dolayısıyla onunla arkadaş olmuştum. İkinci Dünya Savaşı’nı izleyen yıllarda Grace’in babasıyla John, Princeton Üniversitesi’nde birlikte okumuşlardı, o iki adam farklı alanlarda çalışsalar da (Grace’in babası Virginia’nın Charlottesville kentinde Bölge Federal Mahkeme Yargıcı’ydı) o günden bu yana yakınlıkları sürmüştü. Bu nedenle ben John’u ailenin dostu olarak tanıdım, liseden beri kitaplarını okuduğum ve hâlâ ülkenin en iyi yazarlarından biri olduğunu düşündüğüm ünlü romancı olarak değil.

John, 1952 ile 1975 yılları arasında altı roman yayınlamıştı, ama yedi yılı aşkın bir süredir hiçbir şey yapmamıştı. John hiçbir zaman hızlı yazan biri olmamıştı, kitaplarının arasındaki sessiz dönemlerin alışıldığından uzun olması onun çalışmadığı anlamına gelmiyordu. Hastaneden çıktığımdan beri onunla pek çok öğle sonrası geçirmiştim ve sağlığımla (bu konuda çok kaygılanıyordu, kendine dert edip duruyordu), yirmi yaşındaki oğlu Jacob’la (son zamanlarda oğlu onun çok canını sıkıyordu), debelenip duran Mets beysbol takımıyla (hiç bıkmadığımız ortak bir saplantımızdı bu) ilgili sohbetlerimizin arasına, o günlerde neyle uğraştığına ilişkin yeterince laf sokuşturmuştu, böylece belli bir şeye gömüldüğünü, zamanının büyük bölümünü iyi giden ve belki de sonuna yaklaşan bir projeye ayırdığını ima etmişti.