Kehanet Gecesi. Пол Бенджамин Остер
ısındı. Kardeşine ne kadar benzediği, yüz hatlarının pek çoğunun aynı olduğu aklımdan çıkmıştı. Gözlerinin biçimi ve çekikliği, yuvarlak çenesi, zarif ağzı, burun kemeri; erkek bedenindeki Tina’ydı karşımdaki ya da hiç değilse Tina’ya ait küçük parıltılar ara sıra kendini belli ediyordu. Tina’yla yeniden bu biçimde bir araya gelmek, yeniden onun varlığını hissetmek, bir parçasının kardeşinin bedeninde yaşamaya devam ettiğini hissetmek beni baskı altına sokmuştu. Birkaç kez Richard belli bir biçimde döndü, belli bir biçimde elini salladı, gözleriyle belli bir hareket yaptı ve ben öylesine duygulandım ki masanın üzerinden uzanıp onu öpmek geldi içimden. Dudaklarından şap diye öpmek; tam hedeften bir öpücük. Belki güleceksin ama onu öpmediğime şimdi gerçekten pişmanım.
“Richard aynı Richard’dı, eskiden neyse oydu; ama biraz daha iyi gibiydi, daha az huzursuz görünüyordu. Evlenmiş, iki kızı olmuştu. Belki de bunun yararı dokunmuştu. Belki sekiz yaş daha yaşlanmanın yararı dokunmuştu, bilmiyorum. Yine eskisi gibi o yavan işlerden birinde kendini tüketiyor –bilgisayar parçası satıcısı, verimlilik danışmanı, hangisi olduğu aklımda kalmadı– ve yine her akşamını televizyonun karşısında geçiriyor. Futbol maçları, komedi dizileri, polisiyeler, doğa belgeselleri; televizyonda ne oynasa bayılıyor. Ama asla okumaz, asla oy vermez, hatta dünyada olup bitenler hakkında bir fikri varmış gibi bile yapmaz. Beni on altı yıldır tanır ama daha bir kez bile kitaplarımdan birinin kapağını açma zahmetine girmemiştir. Aldırmıyorum elbette, bunu sırf onun ne kadar tembel, ne kadar meraksız biri olduğunu göstermek için söylüyorum. Yine de geçen akşam onunla birlikte olmaktan hoşlandım. En sevdiği televizyon programlarından, karısıyla iki kızından söz ederken, teniste gitgide ustalaşmasından, New Jersey yerine Florida’da yaşamanın avantajlarından söz ederken keyifle dinledim onu. Oranın havası daha güzeldir, bilirsin. Ne kar fırtınası olur, ne buz gibi soğuk hava; yılın her günü yaz. O kadar sıradandı ki Richard, çocuklar filan, öylesine safça mutluydu ki canına yandığımın, ama yine de –nasıl söyleyeyim?– çok huzurluydu, hayatından öylesine hoşnuttu ki neredeyse gıpta ettim ona.
“Evet, işte durum böyleyken, yani şehir merkezinde hiçbir özelliği olmayan bir lokantada oturmuş hiçbir özelliği olmayan yemekler yerken ve incir çekirdeğini doldurmayacak şeylerden söz ederken Richard birden başını tabağından kaldırıp bana bir hikâye anlatmaya başladı. Sana bütün bunları bu yüzden anlatıyorum işte, Richard’ın hikâyesine gelmek için. Benimle aynı görüşte olur musun olmaz mısın bilemem ama uzun zamandır bu kadar ilginç bir şey duymamıştım.
“Üç-dört ay önce Richard evinin garajında, karton bir kutu içinde bir şey ararken eline eski bir üç buutlu dürbün geçmiş. Kendisi çocukken annesiyle babasının bu dürbünü aldıklarını hayal meyal hatırlıyormuş ama ne amaçla aldıklarını ya da nerede kullandıklarını bilemiyormuş. Eğer bununla ilgili unuttuğu bir anı yoksa, o dürbünü hiç kullanmadığına, hatta eline bile almadığına eminmiş. Dürbünü kutudan çıkarıp incelemeye başladığında turistik resimlere ya da güzel manzaralara bakmakta kullanılan şu ucuz, uyduruk dürbünlerden olmadığını fark etmiş. Sağlam, düzgün bir optik aletmiş elindeki, ellili yılların başındaki üç buutlu çılgınlığından kalma değerli bir andaçmış. Geçici bir hevesti o ama herkes özel bir kamerayla kendi üç buutlu resimlerini çekmek, sonra bunları slayt yapıp dürbünle seyretmek istiyordu, böylece bu dürbün üç buutlu bir fotoğraf albümü gibi oluyordu. Kamera ortada yokmuş ama Richard bir kutu slayt bulmuş. On iki slayt vardı, dedi; bu da, annesiyle babasının yeni makineleriyle yalnızca bir rulo film kullandıklarını, sonra kamerayı bir yere kaldırıp varlığını unuttuklarını getiriyordu akla.
“Karşısına neyin çıkacağını bilmeden Richard slaytlardan birini dürbünün içine yerleştirmiş, arka fonu aydınlatacak düğmeye basmış ve resme bakmış. Bir anda, dedi bana, hayatımın son otuz yılı silindi. 1953 yılıymış, ailesinin New Jersey’in West Orange Kasabası’ndaki evinin salonundaymış, Tina’nın on altıncı doğum gününde konukların arasında duruyormuş. Şimdi her şeyi hatırlıyordu: on altı yaş cümbüşü, mutfakta malzemeleri paketlerden çıkaran ve şampanya kadehlerini tezgâhın üzerine dizen servis şirketi elemanları, kapı zilinin çalınması, müzik, gürültülü konuşmalar, Tina’nın arkada ufak bir topuz biçiminde toplanmış saçları, giydiği uzun sarı elbisenin hışırtısı. Richard slaytları birer birer makineye takıp on ikisini de seyretmiş. Herkes oradaydı, dedi. Annesiyle babası, kuzenleri, amcaları ve teyzeleri, kız kardeşi, kız kardeşinin arkadaşları, hatta kendisi, gırtlağındaki dışarı fırlamış ademelmasıyla, saçları tepede küt kesilmiş, boynunda kırmızı papyonuyla çelimsiz bir on dörtlük. Normal fotoğrafa bakar gibi değildi, dedi Richard, hatta evde film seyreder gibi de değildi, bu tür filmler solmuş renkleri, titrek görünümleri ve geçmişe ait oldukları duygusuyla insanı hep hayal kırıklığına uğratırlar. Bu üç buutlu resimler inanılmaz derecede bozulmadan kalmışlar, olağanüstü netmişler. Resimdeki herkes canlı gibiymiş, cıvıl cıvılmış, o ânın içinde yaşıyormuş, neredeyse otuz yıldır kendini yineleyen ebedi bir şimdinin birer parçasıymış sanki. Canlı renkler, son derece net ve pırıl pırıl parlayan ufacık ayrıntılar, resimdekileri kuşatan bir uzam, bir derinlik yanılsaması. Slaytlara baktıkça, dedi Richard, o insanların soluk alıp verişini görür gibi oldum; ne zaman durup bir sonraki fotoğrafa geçsem, öncekine biraz daha uzun bakmış olsaydım –bir ancık daha– resimdeki insanların gerçekten de kıpırdamaya başlayacakları duygusuna kapıldım.
“Bütün slaytlara birer kez baktıktan sonra, yeniden seyretmiş hepsini ve ikinci seyredişinde fotoğraflardaki insanların çoğunun ölmüş olduğu gelmiş aklına. Babası 1969 yılında bir kalp krizi sonucu ölmüştü. Annesi böbrek yetmezliğinden 1972’de. Tina 1974’te kanserden ölmüştü. Resimlerdeki altı amca ve teyzeden dördü çoktan öbür dünyaya göçmüştü. Fotoğraflardan birinde Richard evlerinin önündeki çimde annesi, babası ve Tina’yla birlikte duruyordu. Dördüydü yalnızca, kol kola girmişler, birbirlerine yaslanmışlardı, gülümseyen bir sıra yüz, gülünç görünüyorlar, kameraya maymunluk yapıyorlardı; Richard o fotoğrafı ikinci kez makineye yerleştirdiğinde gözleri ansızın yaşlarla dolmuş. İşte o fotoğraf bardağı taşıran damla oldu, dedi, artık dayanamadım. Çimde üç hayaletle birlikte durduğunu fark etmiş, otuz yıl önceki o öğle sonrasından hayatta kalan bir tek oymuş; ve gözyaşları bir kere boşalınca önünü alamamış. Dürbünü elinden bırakmış, ellerini yüzüne kapamış ve hıçkıra hıçkıra ağlamaya başlamış. Bana bu hikâyeyi anlatırken kullandığı sözcük buydu: hıçkırmak. ‘Ciğerlerim sökülene kadar ağladım,’ dedi. ‘Kopmuştum.’
“Richard buydu, içinde en ufak bir şiirsellik olmayan bir adam, taş ne kadar duyguluysa o da o kadar duyguludur, ama o fotoğraflar eline geçtiğinde başka bir şey düşünemez olmuş. O dürbün, Richard’ın zaman içinde yolculuk edip ölülerini ziyaret etmesine yardım eden büyülü bir fenere dönüşmüş. Sabahları işe gitmeden önce o fotoğraflara bakıyormuş, akşamları eve dönünce yine bakıyormuş. Hep garajda, hep bir başına, hep karısından ve çocuklarından uzakta; 1953 yılındaki o öğle sonrasına dönüp duruyor, ne kadar baksa doymuyormuş. Bu sihir iki ay sürmüş, sonra bir sabah garaja gittiğinde dürbün çalışmamış. Makine sıkışmış, düğmeye basıp ışığı yakamıyormuş. Herhalde aşırı kullanmıştım, dedi Richard; makineyi nasıl onaracağını bilemediğinden bu serüvenin sonu geldi, keşfetmiş olduğum harika şey elimden alındı, diye düşünmüş. Korkunç bir kayıpmış bu, yoksunlukların en acımasızıymış. Işığa tutsa bile bakamıyormuş slaytlara. Üç buutlu fotoğraflar bildik fotoğraflar gibi değildir, onları anlaşılır görüntüler haline getirmek için bu dürbüne ihtiyaç vardır. Dürbün yoksa görüntü de yoktur.