Mürver Ağacı. Оскар Уайльд
anlamlardaki tüm güçlüklerin üstesinden gelene kadar her şiirin satır satır üstünden geçtik. Sonra, Holborn’daki bir gravürcüye uğradığım talihsiz bir gün, tezgâhın üstünde gümüş uçlu kalemle yapılmış son derece güzel çizimler gördüm. Bana o kadar nefis geldiler ki, onları hemen satın aldım ve Rawling adındaki dükkân sahibi, çok zeki olmakla beraber meteliğe kurşun atan Edward Merton diye genç bir ressamın onları yaptığını açıkladı. Merton’un adresini aldım ve birkaç gün sonra onu görmeye gittiğimde, karşımda solgun, ilginç bir genç adam ve gayet sıradan görünüşlü, sonradan ona modellik yaptığını öğrendiğim karısını buldum. Merton’a çizimlerini ne kadar beğendiğimi açıklayınca çok memnun oldu, ben de başka çalışmalarını gösterip gösteremeyeceğini sordum. Gerçekten hepsi de çok nefis olan ve adamın elindeki büyük hassasiyeti ve zevki belli eden çalışmalarını gözden geçirirken, birdenbire Mr. W.H.nin resmine ait bir çizimi fark ettim. Hiç şüphem yoktu. Resmin neredeyse bire bir kopyasıydı ve aradaki tek fark, Tragedya ve Komedya maskelerinin mermer masadan sarkmak yerine gencin ayaklarının dibinde olmasıydı. ‘Bunu da nereden buldunuz?’ diye sordum. Epeyce şaşırarak, ‘… Bu mu? Önemli bir şey değil. Burada olduğunu bile bilmiyordum. Herhangi bir kıymeti yok,’ dedi. Karısı, ‘Mr. Cyril Graham’a yaptığın şey değil mi o?’ diye seslendi. ‘Beyefendi almak istiyorsa bırak alsın.’ ‘Mr. Cyril Graham mı?’ diye sordum. ‘Mr. W.H.nin resmini siz mi yaptınız?’ Kıpkırmızı kesilerek, ‘Ne demek istediğinizi anlamıyorum,’ diye karşılık verdi. Nasıl diyeyim? Her şey çok korkunçtu. Karısı ne varsa hepsini ortaya döktü. Çıkarken ona beş pound bıraktım. Şimdi bile düşünmeye dayanamıyorum; ama o zaman tabii öfkeden deliye dönmüştüm. Hiç gecikmeden Cyril’in evine gittim, yüzünde mide bulandırıcı yalan bir bakışla gelene kadar onu üç saat bekledim ve yaptığı sahteciliği öğrendiğimi açıkladım. Beti benzi atarak, ‘… Sırf senin için yaptım. Başka türlü ikna olmayacaktın. Fikirlerimin doğruluğunu etkilemez bu,’ dedi. ‘Fikirlerinin doğruluğu mu?’ diye bağırdım. ‘İyisi mi bunu hiç açmayalım. O fikirlere kendin bile inanmıyordun. Yoksa ispatlamak için ne diye sahtecilik yapasın?’ Ağzımızı açıp gözümüzü yumduk; korkunç bir münakaşaydı. Zannedersem abartılı tepki verdim. Ertesi sabah ölüsü bulundu.”
“Ölüsü mü?” diye haykırdım.
“Evet. Tabancayla kendini vurmuş. Kanı resmin çerçevesine de sıçramış, tam Hughes’un adının yazılı olduğu yere. Uşağı derhal bana haber verdi; oraya vardığımda polis gelmişti bile. Cyril büyük bir huzursuzluk ve ıstırapla yazıldığı belli olan bir mektup bırakmıştı bana.”
“Ne yazıyordu?” diye sordum.
“Willie Hughes’a kesinlikle inandığını; sahte resmi sırf benim için yaptırdığını ve bunun, fikirlerinin doğruluğuna hiçbir zarar vermediğini; bütün bunlara inancının ne kadar sağlam ve kusursuz olduğunu göstermek için sonelerin sırrına adanmak üzere hayatını feda edeceğini. Düşüncesizce, delice bir mektuptu işte. Willie Hughes gerçeğini bana emanet ederek; onu dünyaya tanıtmanın, Shakespeare’in kalbindeki sırrı açmanın artık bana kaldığını söyleyerek mektubunu bitirdiğini hatırlıyorum.”
“Ne kadar trajik bir hikâye,” dedim. “Peki vasiyetini neden yerine getirmedin?”
Erskine omuz silkti. “Çünkü fikirleri baştan sona çürük,” diye cevap verdi.
Yerimden kalkarak, “Sevgili Erskine,” dedim, “büyük bir yanlışın var. Shakespeare’in sonelerini açan tek gerçek anahtar bu değilse nedir? Cyril’in fikirleri bütün ayrıntılarına kadar eksiksiz görünüyor. Bence Willie Hughes gerçek.”
Erskine ciddiyetle, “Öyle deme,” dedi. “Bana kalırsa Cyril’in görüşünde onulmaz bir şeyler var, üstelik bilimsellikten de yoksun. Bütün konuyu derinine araştırdım ve seni temin ederim, Cyril’in fikirleri tamamen temelsiz. Bir yere kadar mantıklı görünüyor. Ama orada kalıyor. Canım kardeşim, ne olur bunun üstüne daha fazla gitme. Sonunda boş yere kalbin kırılır.”
“Erskine,” dedim, “bunu dünyaya duyurmak senin vazifen. Sen yapmazsan ben yaparım. Bunu saklayarak edebiyat şehitlerinin en genci ve en görkemlisi olan Cyril Graham’ın hatırasına haksızlık ediyorsun. Hakkını yememen için sana yalvarıyorum. O bunun uğruna öldü; ölümü boşa mı gitsin?”
Erskine bana hayretle baktı. “Hâlâ olayın etkisindesin,” dedi. “Unutuyorsun, ama birisi uğruna öldü diye bir şeyin doğru olması gerekmiyor. Cyril Graham’ı canım gibi severdim. Ölümü benim için korkunç bir felaket oldu. Yıllarca kendimi toparlayamadım. Hâlâ da tam olarak toparladığımı söyleyemem. Ama Willie Hughes? Willie Hughes boş bir fikir. Öyle biri hiç yaşamadı. Bu konuyu dünyanın dikkatine sunmaya gelince, dünya Cyril Graham’ın kendini kazara vurduğunu sanıyor. İntihar ettiğinin yegâne ispatı bana yazdığı mektuptu, ama ondan da kimsenin haberi olmadı. Lord Crediton hâlâ olayın bir kaza olduğuna inanıyor.”
“Cyril Graham hayatını büyük bir fikir uğruna feda etmiş,” diye karşılık verdim. “Onun şehadetini açıklamayacaksan bile hiç olmazsa inandığı şeyi açıkla.”
Erskine, “Onun inandığı şey bir yanlışa, temeli olmayan bir fikre, hiçbir Shakespeare bilgininin bir an bile kabul etmeyeceği bir düşünceye dayanıyordu,” dedi. “Buna ancak gülerler. Kendini gülünç duruma düşürme, sonu olmayan bir yola girme. İspatlanması gereken asıl şey bir insanın varlığıyken sen onun varlığını baştan kabul ederek işe başlıyorsun. Hem sonelerin Lord Pembroke’a hitap ettiğini herkes biliyor. Bu konu temelli olarak çözüldü.”
“Hiçbir şey çözülmüş değil!” diye atıldım. “Cyril Graham’ın fikirlerini onun bıraktığı yerden alacağım ve dünyaya onun haklı olduğunu ispat edeceğim.”
Erskine, “Budala çocuk!” dedi. “Evine dön, saat ikiyi geçiyor; bir daha da Willie Hughes’u aklına getirme. Keşke sana bunu hiç anlatmasaydım; kendim inanmadığım bir fikri sana aşıladığım için çok üzgünüm.”
“Bana çağdaş edebiyata ait en büyük sırrın anahtarını verdin,” dedim. “Artık en büyük çağdaş Shakespeare uzmanının Cyril Graham olduğuna seni ikna edene, hatta herkesi ikna edene kadar bana rahat yok.”
St. James Parkı’ndan eve doğru dönerken Londra semalarında şafak sökmeye başlıyordu. Beyaz kuğular aynayı andıran gölette uyuyor, ıssız Saray mor bir renkle soluk yeşil göğe karşı yükseliyordu. Cyril Graham’ı düşününce gözlerime yaşlar hücum etti.
II
Uyandığımda saat on ikiyi geçiyordu ve güneş, puslu altın renginden eğik uzun huzmeler halinde perdelerden içeri süzülüyordu. Uşağıma, evde olduğumu kimseye söylememesini tembihledim; bir fincan sıcak çikolatayla bir petit pain’in[25] ardından Shakespeare’in sonelerini raftan indirdim ve dikkatle gözden geçirmeye başladım. Her şiir Cyril Graham’ın görüşünü doğrular gibiydi. Sanki elimi Shakespeare’in kalbine dayamış, tutkunun her atışını, her vuruşunu tek tek sayabiliyordum. Her dizede genç oyuncunun güzelliğini düşünüyor, onun yüzünü görüyordum.
İki sonenin, 53. ve 67. Sonelerin beni özellikle çarptığını hatırlıyorum. Bunların ilkinde Shakespeare hünerli oyunculuğundan dolayı; Rosalind’den Juliet’e, Beatrice’ten Ophelia’ya kadar türlü rolleri üstlenebilmesinden dolayı Willie Hughes’a iltifat ederken,
Sen neden yapılmışsın, varlığının özü ne?
Sayısız garip gölge, el pençe divan sana.
Herkes tek bir kez yansır, herkeste tek bir gölge;
Tek
25
(Fr.) Küçük yuvarlak ekmek. (Ç.N.)