İran Masalları. Charles John Tibbitts

İran Masalları - Charles John Tibbitts


Скачать книгу
gerçekten ve yürekten sevdiğine dair bir kanıt sunmaya hazır değilsen okşayışlarına son ver.”

      “Sana sunmaktan kaçınacağım nasıl bir aşk kanıtı istiyor olabilirsin ki?” diye haykırdı zavallı Ahmet.

      “Ayakkabı tamirciliğini bırak. İğrenç ve bayağı bir iş bu. Ayrıca günde on, on iki dinardan fazla para kazandırmıyor. Müneccim ol! Böylece bir servet edineceksin, ben de istediğim her şeye sahip olacağım ve yüzüm gülecek!”

      “Müneccim mi?” diye haykırdı Ahmet. “Müneccim! Benim kim olduğumu unuttun mu yoksa? Ben tahsilsiz bir ayakkabı tamircisiyim. Sense şimdi gidip onca hüner ve bilgi gerektiren bir mesleğe atılmamı istiyorsun benden, öyle mi?”

      “Niteliklerin umurumda bile değil,” dedi öfkeli kadın. “Tek bildiğim, hemen müneccimliğe başlamazsan yarın senden boşanacak olmam!”

      Ayakkabı tamircisi ne kadar itiraz etse de nafileydi. Mücevherleri ve köleleriyle müneccimin karısının görüntüsü, Sittâra’nın hayalini bütünüyle esir almıştı. Bu görüntü bütün gece ona musallat olacaktı. Rüyasında başka şey görmeyecekti. Sabah uyanınca, kocası dileğini yerine getirmezse evi terk edeceğini ilan etti. Zavallı Ahmet ne yapabilirdi? Müneccim falan değildi ama karısını çok seviyordu. Onu kaybetme düşüncesine katlanamazdı. Bu yüzden ona itaat edeceğine söz verdi. Mevcut mallarını satıp bir usturlap, astronomi yıllığı ve on iki burç tablosu aldı. Bu eşyalarla donanmış olarak pazara gidip haykırdı: “Ben bir müneccimim! Güneş ile Ay’ı, yıldızları ve on iki burcu bilirim. Doğumları hesaplayabilir, yaşanacak her şeyi önceden haber verebilirim!”

      Ayakkabı tamircisi Ahmet epey tanınan bir adamdı. Çok geçmeden etrafında bir kalabalık toplandı.

      “Ne oluyor dostum Ahmet? Yoksa çalışmaktan aklını mı kaçırdın?” dedi biri.

      “Kundura kalıbına bakmaktan bıktın da gezegenlere bakmaya mı başladın, ha?” diye bağırıyordu bir diğeri.

      Buna benzer yüzlerce şaka tırmalayacaktı zavallı ayakkabı tamircisinin kulaklarını. Ne var ki o, müneccim olduğunu haykırmaya devam etti. Güzel karısını memnun etmek için elinden ne geliyorsa yapmaya kararlıydı.

      Şansa bakın ki o sırada Kral’ın kuyumcusu oradan geçmekteydi. Taca ait en değerli yakutu kaybettiği için büyük bir sıkıntı içindeydi. Bu paha biçilmez mücevheri bulmak için her yer didik didik aranmıştı ama nafile. Kuyumcu, bu kaybı Kral’dan daha fazla gizleyemeyeceğini bildiğinden idam edilmesini kaçınılmaz olarak görüyordu. İşte bu umutsuz halde şehirde dolaşırken Ahmet’in çevresindeki kalabalığı gördü. Ne oluyor diye sordu.

      “Şu bizim ayakkabı tamircisi Ahmet’i tanımıyor musun? Birdenbire ilhamla dolup müneccim olmuş!” dedi orada duranlardan biri gülerek.

      Ne demişler, denize düşen yılana sarılır. Kuyumcu, müneccim lafını duyar duymaz Ahmet’in yanına gidip başına gelenleri anlattı ve şöyle dedi: “Eğer işinde iyiysen Kral’ın yakutunu bulman gerek. Bunu yap, ben de sana yüz altın vereyim. Ama altı saat içinde bunu başaramazsan, saraydaki nüfuzumu kullanıp seni bir sahtekâr olarak idam ettiririm.”

      Zavallı Ahmet yıldırım çarpmışa dönmüştü. Uzun süre ne kıpırdayabildi ne de tek kelime edebildi. Başına gelen talihsizlikleri düşündü. Hepsinden öte, canından çok sevdiği karısının, kıskançlığı ve bencilliği yüzünden onu böylesi korkunç bir akıbetle baş başa bırakmasına yanıyordu. Zihni bu üzücü düşüncelerle dolu olarak şöyle haykırdı: “Ey kadın! Erkeğin mutluluğuna çölün zehirli ejderhasından bile zararlısın sen!”

      Esasen kayıp yakutu kuyumcunun karısı saklamaktaydı. Kadın, suçluluk duygusunun getirdiği korkuyla kocasını gözetlemesi için kölelerinden birini yollamıştı. Efendisinin müneccimle konuştuğunu gören bu köle, kalabalığa yaklaştı. Ahmet’in birkaç saniye düşüncelere daldıktan sonra kadınları zehirli ejderhalarla mukayese ettiğini işitince bu adamın her şeyi bildiğinden emin oldu. Hanımının yanına koşturup korkudan nefes nefese haykırdı:

      “Sırrınız öğrenilmiş sevgili hanımım. Alçak bir müneccim sırrınızı keşfetmiş. Altı saat içinde her şey açığa çıkacak. Müneccimin size merhamet göstermesi için bir yol bulamadıkça kaçıp canınızı kurtarsanız bile adınız lekelenecek.”

      Sonra görüp işittiklerini anlattı. Ahmet’in haykırdığı o cümle, dehşet içindeki hanımda kölesindekiyle aynı tesiri bırakarak kadının ikna olmasını sağladı.

      Kuyumcunun karısı çabucak çarşafını giyip kendisini çok korkutan o müneccimi aramaya gitti. Ahmet’i bulunca adamın ayaklarına kapanarak yalvardı: “Canımı ve şerefimi bağışlayın. Ben de her şeyi itiraf edeyim!”

      “Bana ne itiraf edebilirsin ki?” diye haykırdı Ahmet şaşkınlıkla.

      “Ah, hiçbir şey! Yani sizin halihazırda bilmediğiniz bir şey olamaz. Çok iyi biliyorsunuz ki Kral’ın tacındaki yakutu ben çaldım. Bana zulmeden kocamı cezalandırmak için yaptım bunu. Böylelikle kendim için servet edinmek ve onu da idam ettirmek istedim. Ama siz, ey kendisinden hiçbir şey gizlenemeyen müthiş adam, benim kötücül planımı keşfederek boşa çıkardınız. Sizden yalnızca merhamet dileniyorum. Ne isterseniz yapmaya hazırım.”

      Gökten bir melek inse kuyumcunun karısı kadar teselli edemezdi Ahmet’i. Yeni kişiliğinin bir parçası haline gelen asil ve ağırbaşlı tavrını takınarak konuştu:

      “Kadın! Neler yaptığını biliyorum. Neyse ki çok geç olmadan evvel günahını itiraf edip merhamet istedin. Şimdi evine dönüp yakutu kocanın uyuduğu divanın üstündeki yastığın altına, kapıdan en uzakta kalacak şekilde koy. Suçlu olduğun kimsenin aklından bile geçmeyecek, müsterih ol.”

      Kuyumcunun karısı eve gitti ve kendine söylenenleri yaptı. Bir saat sonra Ahmet de peşinden giderek kuyumcuya hesaplarını yaptığını, Güneş ile Ay’ın yönünü bulduğunu ve yıldızların konumuna bakarak yakutun yerini keşfettiğini söyledi. Buna göre yakut, kuyumcunun yatağının kapıdan en uzak tarafında, yastığın altındaydı. Kuyumcu, Ahmet’in deli olduğunu düşündü. Ne var ki çaresizler için her umut kırıntısı, cennetten gelen bir ışık gibidir. Bu yüzden kuyumcu yatağına koşturdu. İşte orada, tam da tarif edilen yerde yakutu bulunca hem çok şaşırdı hem de sevinçten havalara uçtu. Sonra Ahmet’in yanına dönüp ona sarıldı. Artık en sevgili dostu ve hayatını kurtaran adam olduğunu söyleyerek ona iki yüz altın birden verdi. Ahmet’i çağın en büyük müneccimi ilan etti.

      Gelgelelim, bu övgüler zavallı ayakkabı tamircisini neşelendirmeyecekti. Talihi nedeniyle mutlu olmaktan çok canını bağışladığı için Tanrı’ya şükrederek döndü evine. Kapıdan adımını atar atmaz karısı ona doğru koşturarak haykırdı: “Anlat bakalım, benim canım müneccimim! Başarılı oldun mu?”

      “İşte!” dedi Ahmet büyük bir ciddiyetle. “Tam iki yüz altın var burada. Umarım artık tatmin olursun ve bir daha bu sabah yaptığım gibi hayatımı tehlikeye atmamı istemezsin benden.”

      Sonra başından geçenleri anlattı. Ne var ki bu hikâye kadında, olayların Ahmet’te yarattığından çok farklı bir etki bırakmıştı. Sittâra’nın gözü altından başka bir şey görmüyordu. Bu altınlar sayesinde hamamda müneccimbaşının karısıyla yarışabilecekti.

      “Cesaret! Cesaret benim canım kocacığım. Yeni ve asil mesleğindeki ilk günündü bu. Hadi, devam et ve muvaffak


Скачать книгу