Arena İki . Морган Райс
bir daha görebilirim.” diyor, üzüntüden ara ara kesilen ses tonuyla.
Bottan aşağı iyice uzanarak Sasha'yı yavaşça suyun içine bırakıyoruz. Suya giren vücudu küçük bir sıçrama oluşturuyor. Bir iki saniye su yüzünde kalan bedeni yavaşça suya gömülmeye başlıyor. Hudson Nehri'nin akıntısı o kadar güçlü ki onu çok geçmeden açıklara doğru sürüklüyor. Ay ışığı altında yavaş yavaş uzaklaşan, çoğu suya gömülü olan Sasha'nın cansız bedenini izliyoruz. Kalbimin sızladığını hissediyorum. Bana, Bree'yi neredeyse sonsuza dek kaybedeceğim o anı ve ardından, tıpkı Sasha gibi, Hudson Nehri'ne sürüklenişimizi hatırlatıyor.
Aradan kaç saat geçti bilmiyorum ama gecenin bir yarısı… Botun bir köşesinde Bree ve Rose'a sarılmış bir vaziyette düşünüyorum. Uyku tutmuyor. Sasha'yı yolcu ettiğimizden beri hiç kimse tek bir kelime etmedi. Hepimiz öylece bir köşede sağır eden bir sessizlikle oturuyoruz. Sadece sağa sola sallanan botun çıkardığı ses var. Bizden birkaç adım ileride oturan Ben de kendi düşünce dünyasında kaybolmuş durumda. Bir diriden çok bir ölüyü anımsatıyor; bazen ona baktığımda, sanki yürüyen bir hayalete bakıyormuşum gibi hissediyorum. Çok tuhaf, aynı yerde birlikte oturuyoruz ama birbirimizden dünyalar kadar uzağız.
İlk nöbet görevini üstlenen Logan ise yaklaşık 10 metre ileride, elinde silahıyla pür dikkat etrafı izlemekte. Onu bir asker gibi hayal edebiliyorum. İlk nöbeti alarak bizi koruduğu için ona minnettarım. Yorgunum, tüm kemiklerim ağrıyor. Bu nedenle, nöbet sırasının bana gelmesini hiç istemiyorum. Dinlenmek için uyumam gerektiğinin farkındayım ama uyuyamıyorum. Bree kollarımda, öylece uzanmış durumdayım fakat aklımdan bin bir düşünce geçiyor.
Dünyanın ne denli, ne denli çılgın bir hal aldığını düşünüyorum. Tüm bunların gerçek olduğuna neredeyse inanamıyorum. Sanki, asla sonu olmayan bir kabus gibi… Kendimi ne zaman güvende hissetsem, yeni bir şeyler oluyor. Olanları düşününce, Rupert'ın beni rehin aldığında ölmekten kıl payı kurtulmayı başarmış olduğuma inanamıyorum. Ona acıyıp, bizimle gelmesine izin vermekle tam bir budalalık ettim! Neden o şeyleri yaptığını anlayamıyorum. Ne elde etmeyi bekliyordu? Tek başına yiyeceklere sahip olmak için hepimizi öldürüp botla ortadan kaybolmayı düşünecek kadar çaresiz miydi? Başarsaydı, nereye gidecekti? Yoksa tüm bunların aksine, sadece şeytan ruhlu biri miydi? Belki de bir piskopat? Ya da yıllarca açlıktan ve soğukta kalmaktan kafayı sıyırmış 'iyi' bir adam?
En sonuncusuna, özünde iyi biri olduğuna ama şartlar yüzünden o hale geldiğine inanmak istiyorum. Öyle umuyorum. Ama artık bunu öğrenmek imkansız.
Gözlerimi kapattığımda, ölümün eşiğine geldiğim o an geliyor gözlerimin önüne ve o bıçağın metal soğukluğunu hissediyorum boğazımda. Bir daha asla kimseye güvenmeyeceğim. Kimse için durmayacağım. Kimseye inanmayacağım. Artık sadece bizim; Bree, Rose, ben ve diğerlerinin, hayatta kalmamıza odaklanacağım. Artık kimseye şans vermek yok. Başka risk almak yok. Bu, duygusuz olmam anlamına bile gelse, artık umrumda değil.
Başımıza gelenleri düşündüğümde, Hudson Nehri üzerinde geçirdiğimiz her saatin bir ölüm kalım mücadelesi içinde geçtiğini fark ediyorum. Kanada'ya kadar nasıl gitmeyi başaracağımızı aklım almıyor bile. Önümüzdeki birkaç gün hayatta kalmayı başarırsak, birkaç kilometre daha ilerlemeyi başarırsak şükredeceğim resmen. Zira, şansımızın çok da yüksek olmadğının farkındayım. Birlikte son gecemiz olması korkusuyla, Bree'ye daha sıkı sarılıyorum. Öleceksek eğer, en azından, köle ya da tutsak olarak değil, ayaklarımızın üzerinde, sonuna kadar mücadele ederek öleceğiz.
“Çok korkutucuydu.” diyor Bree.
Karanlıkta aniden çıkan sesi beni ürkütüyor. Öylesine yumuşak bir ses tonuyla söylüyor ki konuşup konuşmadığından emin olamıyorum. Saatlerdir tek bir kelime bile etmemişti. Bu yüzden, uyuduğunu sanıyordum.
Dönüp yüzüne baktığımda, hala korkunun barındığı gözleriyle bana baktığını görüyorum.
“Korkutucu olan neydi Bree?”
Konuşmadan önce başını sallayıp birkaç saniye duraksıyor. Olanları hatırladığını anlıyorum.
“Beni yakaladılar. Tamamen tek başımaydım. Ardından, beni bir otobüse bindirdiler ve oradan da bir bota. Hepimiz birbirimize zincirliydik. Çok soğuktu. Hepimiz korku içindeydik. Beni alıp o eve götürdüler. Gördüklerimi söylesem inanamazsın. Diğer kızlara yaptıklarını… Hala çığlıkları kulağımda. Tüm bunları aklımdan çıkaramıyorum.”
Dudakları titriyor ve ağlamaya başlıyor.
Resmen yüreğimin parçalandığını hissediyorum. Yaşadıklarını hayal bile edemiyorum. Onun artık bunları düşünmesini istemiyorum. Sonsuza kadar silinmeyecek bir yara aldı; benim yüzümden…
Sıkıca sarılıp alnından öpüyorum.
“Şştt…” diye fısıldıyorum. “Geçti.. Hepsi geride kaldı. Düşünme bunları artık.”
Ne dersem diyeyim ağlamaya devam ediyor.
Bree, başını iyice göğsüme yaslıyor. O ağladıkça ben onu elimle teskin etmeye çalışıyorum.
“Çok özür dilerim tatlım…” diyorum. “Çok, çok özür dilerim.”
Keşke tüm bunları ondan alabilsem, ona unutturabilsem. Ama yapamam. Artık tüm bunlar, onun bir parçası. Onu daima korumak istiyordum, her şeyden korumak istiyordum. Ama şimdi, yüreği korkularla dolu çarpıyor.
Onu teskin etmeye çalışırken keşke şimdi burada değil de başka yerde olsaydık diye geçiriyorum içimden. Keşke her şey eskisi gibi olsa. Geçmişteki gibi… Dünyanın, güzel olduğu zamanlardaki gibi… Ailemizle birlikte olduğumuz zamanlardaki gibi… Ama bu imkansız. Şimdi, buradayız.
Ve içimde, her şeyin daha da kötüye gideceği yönünde bir his var.
Uyandığımda sabah olduğunu fark ediyorum. Zamanın nasıl bu kadar çabuk geçtiğini ya da nasıl bu kadar uyuduğumu anlamıyorum. Botun içinde şöyle bir çevreme bakınca şaşırıyorum. Neler olduğunu anlamıyorum. Botumuz hareket halinde. Bu koca Hudson Nehri'nin ortasında yol almaktayız. Botun içinde sadece Bree ve ben varız. Diğerlerinin nerede olduğunu bilmiyorum. Buraya nasıl geldiğimizi anlamıyorum.
İkimiz de botun ucundan ufka bakıyoruz. Peşimizde hızla bize doğru gelen köle avcılarının botlarını görüyorum.
Hemen bir şeyler yapmak istiyorum ama o anda, ellerimin arkadan bağlı olduğunu fark ediyorum. Arkamı dönüp baktığımda, botumuzun içinde birkaç köle avcısının olduğunu, beni arkadan kelepçelediklerini görüyorum. Çok uğraşsam da hiçbir sonuç alamıyorum.
Köle avcılarının botlarından biri yanaşıyor. İçinden yüzü maskeli bir köle avcısı inip bizim bota geçiyor ve Bree'yi alıyor. Bree debelense de o adamla başa çıkamıyor. Onu tek koluyla kaldırıp götürmeye başlıyor.
“BREE! HAYIR!” diye bağırıyorum.
Son gücümle çabalasam da hiçbir yere varamıyorum. Beni sıkı sıkıya orada tutuyorlar. Tekmeler ve çığlıklar arasında Bree'nin diğer bota götürülmesini hiçbir şey yapamadan izlemek zorunda kalıyorum. Ardından, botları Manhattan'a doğru yol alarak uzaklaşıyor. Çok geçmeden, gözden kayboluyor.
Gitgide benden uzaklaşan kardeşimin ardından bakarken, artık onu temelli kaybettiğimi düşünüyorum.
Resmen paramparça oluyorum. Kardeşimi bana geri vermeleri için gözyaşları içinde yalvarıp yakarıyorum.
Kan ter içinde uyanıyorum. Nefes almakta güçlük çekerek