Arena İki . Морган Райс
pantolonu, kendi kot pantolonunun üstüne çekiyor. Köle avcısının askeri pantolonu Ben'in üzerinde çok komik duruyor ama tahmin ettiğim gibi, tam onun bedenine göre. Hiçbir şey söylemeden fermuarı çekiyor. Gözlerindeki minnettarlığı görebiliyorum.
Logan'ın dönmüş bana bakmakta olduğunu fark ediyorum. Sanki Ben'le olan arkadaşlığımızı kıskanıyormuş gibi bir his doluyor içime. Ben, Penn İstasyonu'ndayken beni arkadan gelip öptüğü o andan beri Logan böyle davranıyor. Bu garip durum için yapabileceğim bir şey yok. İkisini de farklı şekilde seviyorum. Hayatımda, birbirine bu denli zıt iki insanla karşılaşmamıştım. Ama nedendir bilmem, bir o kadar da birbirlerine benziyorlar.
Kucağında Penelope'la, Rose'a sarılmış, hala titremekte olan Bree'nin yanına gidiyorum. Hemen yanı başına oturup ona sarılıyorum ve onu alnından öpüyorum. Başını omuzuma yaslıyor.
“Geçti, Bree…” diyorum.
“Acıktım..” diyor yumuşak bir ses tonuyla.
“Ben de!” diye araya giriyor Rose.
Penelope ise hafifce hırlıyor, onun da acıktığını anlıyorum. Şimdiye kadar gördüğüm en zeki köpek. Ayrıca, titremesine rağmen oldukça cesur bir hayvan. Rupert'ı ısırdığı zaman gözlerime inanamamıştım. Onun bu cesareti olmasaydı, şimdi böyle sağ salim burada olmayabilirdik. Uzanıp başını okşuyorum ve o da karşılık olarak benim avucumu yalıyor.
Yemek konusu açılınca, bunun gerçekten iyi bir fikir olduğunu düşünüyorum. Zira, ben de uzun süredir açlığımı bastırmaya çalışıyordum.
“Haklısınız!” diyorum. “Hadi bir şeyler yiyelim!”
Umut ve beklenti dolu bakışlarla bana bakıyorlar. Ayağa kalkıp çuvalların yanına gidiyorum ve birinin içinden iki büyük kavanoz ahududu reçeli çıkararak kapaklarını açıp Bree'ye uzatıyorum.
“Siz bunu birlikte paylaşın.” diyorum. “Diğerini de biz üçümüz paylaşacağız.”
Diğer kavanozu da açıp Logan'a veriyorum. Logan, parmağını kavanoza daldırarak büyük bir miktarda reçel alıyor ve ağzına atıyor. Memnuniyet içinde derin bir nefes alıyor—o da bayağı acıkmış olmalı.
Ardından, kavanozu Ben'e uzatıyorum. O da aynı şekilde parmağını daldırarak reçelden yiyor ve ardından yeme sırası bana geliyor. Ben de büyük bir miktarı ağzıma koyuyorum. Ahududunun şekerli tadı ağzıma yayılıyor. Belki de hayatımda yediğim en lezzetli şey budur! Normal bir yemek olmasa bile, o an, sanki yemekmiş gibi geliyor bize.
Yemekten sorumlu kişi benim anlaşılan. Yerimden kalkarak geriye kalan kurabiyelerimizden kendim de dahil olmak üzere herkese birer tane veriyorum. Dönüp baktığımda, Bree ve Rose'un her lokmada reçeli mutluluk içinde yediklerini görüyorum. Bu arada, Penelope'a da veriyorlar tabii. O da çılgıncasına parmaklarını yalıyor. Zavallı şey, o da en az bizim kadar acıkmış olmalı.
“Geri dönecekler, biliyorsun.” diye kendinden emin bir ses geliyor arkamdan.
Dönüp baktığımda, arkada oturmuş silahını temizlerken bana bakan Logan'ı görüyorum.
“Farkındasın değil mi?” diye iyice vurguluyor. “Şu an burada onlar için çok kolay bir hedefiz.”
“Ne öneriyorsun?” diye soruyorum.
Omuzlarını silkerek hayal kırıklığı içinde uzaklara bakıyor.
“Asla durmamalıydık. Benim dediğim gibi ilerlemeye devam etmeliydik.”
“Artık bunlar için çok geç…” diye karşılık veriyorum sinirli bir edayla. “Şikayet etmeyi bırak.”
Her seferinde gösterdiği olumsuzluk ve kasvetten yorulmaya başlıyorum artık. Aramızdaki bu güç mücadelesinden yoruluyorum. Onun yanımızda olmasından mutlu olduğum kadar nefret de ediyorum.
“İyi denilebilecek hiçbir seçeneğimiz yok.” diyor. “Şayet bu gece nehir yolundan yukarı doğru gitmeye devam edersek, onlarla karşılaşabiliriz. Botumuz harap olabilir, bir buz kütlesine çarpabiliriz; ya da daha farklı bir şeyle karşılaşabiliriz. En kötü ihtimalle, köle avcıları tarafından yakalanırız. Şayet sabah çıkarsak yola, gün ışığında bizi rahatça görebilirler. Yola çıkabiliriz ama bir yerlerde bizi bekliyor olabilirler.”
“O halde, yarın sabah çıkalım yola.” diyorum. “Gün ışımadan… Onlar dönüp güneye doğru gitmişlerse biz de kuzeye doğru yol alırız.”
“Ya öyle yapmamışlarsa?” diye soruyor.
“Daha iyi bir fikrin var mı? Daha fazla şehire girmek yerine, hemen şehirden çıkmamız gerek. Ayrıca, Kanada kuzey tarafta değil mi?”
Dönüp başka tarafa bakıyor ve iç geçiriyor.
“Burada kalabiliriz.” diyor. “Birkaç gün bekleyip, onları atlattığımızdan emin oluncaya kadar en azından…”
“Bu havada mı? Şayet sığınacak bir yer bulamazsak, donarak öleceğiz. Hem, yiyeceğimiz de o kadar süre dayanmaz. Burada kalamayız. İlerlemeye devam etmeliyiz.”
“Vay, demek şimdi de ilerlemek istiyorsun…” diyor.
Dönüp dik dik yüzüne bakıyorum. Gerçekten, iyice sinirlerime dokunmaya başlıyor.
“Peki…” diyor. “Şafakta yola çıkalım. Bu arada, eğer geceyi burada geçireceksek, bir an olsun gardımızı düşürmememiz gerek. Dönüşümlü olarak nöbet tutalım. Önce ben turarım, sonra sen ve ardından da Ben… Şimdi siz gidip uyuyun. Hiçbirimiz uyumadık. Uykuya da ihtiyacımız var. Kabul mü?” diye soruyor Ben’e ve bana bakarak.
“Kabul!” diyorum. Dedikleri doğru..
Ben cevap vermiyor; kendi dünyasında kaybolmuşcasına öylece durmuş bakıyor.
“Hey!” diye bağırıyor Logan sert bir şekilde ve ayağına hafifçe vuruyor. “Sana diyorum! Kabul mü?”
Ben, yavaşça dönüp ona bakıyor boş bir ifadeyle ve kafasıyla onaylıyor. Ama konuşulanları gerçekten anlayıp anlamadığından pek de emin değilim. Ben için üzülüyorum. Sanki ruhu tamamen başka bir yerde gibi… Erkek kardeşine olanlardan ötürü üzüntü ve suçluluk duygusu içinde olduğu açıkça görünüyor. Neler hissettiğini anlamama imkan yok.
“Güzel!” diyor Logan. Mermilerini kontrol ediyor, silahını hazırlıyor ve bottan atlayıp arka tarafımızdaki iskeleye iniyor. Bot sallanıyor ama kıyıdan uzaklaşmıyor. Logan iskeleye inip etrafı kolaçan ediyor. Ardından, tahtadan bir yere oturarak, kucağında silahı, kararan gökyüzüne bakıyor.
Ben de Bree'nin yanına oturup ona sarılıyorum. Rose da yanıma yanaşıyor, diğer kolumla da ona sarılıyorum.
“Güzelce dinlenin. Yarın, uzun bir yol bizi bekliyor.” diyorum. Öte yandan içimden, acaba bu gece karadaki son gecemiz mi olacak diye düşünüyorum. Hatta, acaba yarın olacak mı diye…
“Sasha'yı gömmeden uyumam.” diyor Bree.
Sasha… Neredeyse unutmuştum.
Botun diğer ucunda, donmuş cesediyle uzanan köpeğimize bakıyorum. Onu buraya getirdiğimize hala inanamıyorum. Bree, gerçekten sadık bir sahip!
Bree ayağa kalkıp botun sessizce diğer ucuna gidiyor ve Sasha'nın yanıbaşında duruyor. Yere çömelerek Sasha'nın başını okşuyor. Ay ışığı altında gözleri doluyor.
Ben de gidip yanına çömeliyorum. Bizi koruduğu için sonsuza kadar minnettar kalacağım başını ben de son kez okşuyorum.
“Onu gömmene yardım edebilir miyim?” diye soruyorum.
Bree,