Şimdi ve Sonsuza Dek . Sophie Love
Emily istemiyordu. Hayatının en güzel yıllarını başkasının evinde, kendi evinde misafir gibi hissettirilerek, orada olması Ben’in ona yaptığı bir iyilikmiş gibi geçirmişti. Bunu daha fazla istemiyordu. Kendi iki ayağı üzerinde durmak ve kendi hayatını yaratmak zorundaydı.
“Teklifin için teşekkürler,” dedi Emily, “ama bir süre için kendimle kalmalıyım.”
“Anladım,” diye cevapladı Amy. “O zaman ne yapacaksın? Şehri bir süreliğine terk etmek? Aklını toplamak?”
Bu Emily’yi düşündürmüştü. Babasının Maine’de bir evi vardı. Çocukken yazları orada kalırlardı ama yirmi yıl önce ortadan kaybolduğundan beri boş duruyordu. Eskiydi, bir karakteri vardı, ve bir nokta da mükemmeldi; yani tarihi açıdan bakıldığında, bir evden daha çok kötüye giden bir pansiyona benziyordu.
Eskiden de durumu vasatın altında olan evin, yirmi yıl boyunca terk edildikten sonra, şimdi daha iyi durumda olmayacağını biliyordu Emily; üstelik şimdiki boşluğu eskisiyle aynı olmayacaktı – ya da artık o çocuk değildi. Yazın yanından geçmediğimizden bahsetmeye gerek bile yoktu. Aylardan şubattı!
Ve birden birkaç günlüğüne, onun olan (kısmen) bir yerde sadece verandada oturup okyanusa bakma fikri çok romantik gelmişti. Hafta sonu için New York’tan ayrılmak kafasını temizlemek ve bundan sonra ne yapacağına karar vermek için harika bir yoldu.
“Kapatmalıyım,” dedi Emily.
“Bekle,” diye cevapladı Amy. “Önce nereye gideceğini söyle!”
Emily derin bir nefes aldı.
“Maine’e gidiyorum.”
Üçüncü Bölüm
Eski, terk edilmiş ve hırpalanmış arabasının park halinde durduğu, Long Island City’deki uzun dönem otoparka ulaşmak için Emily’nin birkaç metroya birden binmesi gerekmişti. Bu şeyi sürmeyeli yıllar olmuştu çünkü Ben her zaman kendi değerli Lexus’unu gösterebilmek için sürücü olma görevini üstlenmişti ve şimdi bu devasa, gölgeli otoparkta, valizini arkasında sürükleyerek yürürken arabayı kullanıp kullanamayacağını merak ediyordu. İlişkisi yüzünden elinden kaymasına izin verdiği bir başka şey de buydu.
Buraya – şehrin dışında kalan bu otoparka – gelmek için yaptığı yolculuk sonsuza dek sürecek gibi gelmişti. Arabasına doğru yürürken ayak sesleri buz gibi otoparkta yankılanıyor ve gitmeye devam edebilmek için oldukça yorgun hissediyordu.
Yanlış mı yapıyorum? diye düşündü. Geri mi dönmeliydi?
“İşte burada.”
Emily, hırpalanmış arabasına doğru, sempatik olmaya çalışarak gülümseyen görevliyi görmek için, döndü. Adam, uzandı ve anahtarlarını elinde salladı.
Önünde hala sekiz saatlik bir yolculuk olduğunu düşünmek onu yoruyor, imkansız gözüküyordu. Zaten hem fiziksel hem de mental olarak yorulmuş durumdaydı.
“Anahtarları alacak mısınız?” diye sordu adam sonunda.
Emily daldığını fark etmemişti, gözlerini kırptı.
Bunun ne kadar önemli bir an olduğunu bilerek orada durdu. Çöküntüye uğrayıp eski hayatına geri mi dönecekti?
Yoksa önüne bakabilecek kadar güçlü mü olacaktı?
Sonuç olarak kötü düşünceleri savuşturdu ve güçlü olmaya kendini zorladı. En azından şimdilik.
Anahtarları aldı ve bir zafer kazanmış gibi arabasına doğru yürüdü, adam yürürken cesaretli ve rahat gözükmeye çalışıyordu ama içten içe arabanın çalışmayacağından endişeleniyordu – çalışsa bile nasıl kullanılacağını hatırlayamamaktan.
Buz gibi olmuş arabaya oturdu, gözlerini kapattı ve kontağı çevirdi. Eğer çalışırsa, bu bir işaretti. Eğer çalışmazsa, geri dönecekti.
Bunu kendine itiraf etmekten nefret ediyordu ama içten içe çalışmamasını istedi.
Anahtarı çevirdi.
Çalışmıştı.
Biraz dengesiz bir şoför olmasına rağmen hala yapacağı temel şeyleri hatırlıyor olması Emily’yi hem rahatlatmış hem de şaşırtmıştı. Tek yapması gereken gaza basmak ve gitmekti.
Dünyanın yanından akıp gittiğini görmek özgürleştiriciydi ve yavaş yavaş kendine geliyordu. Hatta hatırlayıp radyoyu bile açmıştı.
Radyo yüksek sesle çalışıyordu, camlar açıktı ve Emily direksiyonu sıkı sıkı tutuyordu. Aklındaki görüntüsünde, 1940’ların siyah beyaz filmlerinden fırlamış gibiydi, rüzgar mükemmel yapılı saçlarını yalayıp geçiyordu. Gerçekte ise dondurucu Şubat havası burnunu vişne gibi kızartmış saçlarını ise darmadağın etmişti.
Kısa bir süre içerisinde şehirden çıktı, kuzeye yaklaştıkça yol kenarlarında dört mevsim yeşil kalan ağaçların sıklığı artıyordu. Yanlarından hızla geçerken ne kadar güzel olduklarını düşündü bir süre. Kendini ne kadar da çabuk şehir yaşamının itiş kakışına kaptırmıştı. Doğanın güzelliğine gerçekten kendini bırakmadığı kaç sene kayıp gitmişti acaba ellerinden?
Kısa süre sonra, şerit sayıları artan yollar daha da genişledi ve işte otoyoldaydı. Motorun devrini arttırdı, eski arabasını hızlanmaya zorlayarak, hızın verdiği büyüyle canlı hissediyordu. Arabalarında giden tüm diğer insanlar, başka bir yere, kendi yolculuklarına çıkmışlardı, ve o, Emily, en sonunda o da kendininkine gidiyordu. Hızını cesaret edebildiği kadar artırıp, arabayı ileri sürerken heyecan tüm vücudunu sarmıştı.
Yollar tekerlerinin altında geride kaldıkça, kendine olan güveni artıyordu. Connecticut eyalet sınırını geçtikçe, gerçekten gidiyor olduğu gerçeğiyle yüzleşiyordu. İşi, Ben, tüm yüklerinden sonunda kurtulmuştu.
Kuzeye gittikçe daha da soğuk oluyordu ve Emily sonunda pencerenin açık olması için fazla soğuk olduğunu kabullenmişti. Pencereyi kapattı, havaya daha uygun bir şeyler giymiş olmayı ümit ederek ellerini birbirine sürttü. New York’u işte giydiği takım elbisesiyle terk etmiş, yolda gelen kontrol edemediği bir dürtüyle de ceketini ve stilettolarını camdan dışarı atmıştı. Şimdi üzerinde yalnızca ince bir gömlek vardı ve çıplak ayak parmakları buz küplerini dönmüş gibi gözüküyorlardı. Dikiz aynasındaki görüntüsüne bakar bakmaz 1940’lar film imajı yerle bir olmuştu. Berbat görünüyordu. Ama umursamıyordu. Özgürdü ve önemli olan tek şey buydu.
Saatler geçmişti ve Connecticut artık mazideki bir hatıra, daha iyi bir geleceğe giden yoldaki bir duraktan ibaretti. Massachusetts arazisi çok daha açıktı. Her mevsim yeşil kalan ağaçların koyu yeşilinin yerine, buradaki ağaçlar yapraklarını dökmüş, her iki yanında zayıf iskeletler gibi duruyorlar, diplerinde kar ve buzun ip uçlarını barındırıyorlardı. Emily’nin tepesinde, gökyüzü renk değiştiriyor, açık maviden bulanık bir griye dönüyordu, bu da Emily’ye Maine’e vardığında gece olacağını hatırlattı.
Worcester’dan geçiyordu, buradaki binaların çoğu uzun, ahşap levha ile kaplanmış ve pastel renklere boyanmıştı. Emily buradaki insanların yaşantılarını ve tecrübelerini merak ediyordu. Evden uzaklaşalı sadece birkaç saat olmuştu ama şimdiden her şey ona yabancı gözüküyordu – bütün olasılıklar, yaşayabileceği, olabileceği ya da ziyaret edebileceği bütün yerler. Tek tip bir hayatı yaşayarak, eski, tanıdık rutine devam ederek, her gün ama her gün bir önceki günü tekrar ederek ve daha fazlasının olmasını bekleyerek, bekleyerek ve bekleyerek