Görev Yemini . Джек Марс
olabildiğince loş gözüküyordu.
“Wow” dedi. “Biraz korktum ama iyiyim. Çıkış ışıkları yanıyor. Onları takip etsem?”
“Olabilir. Ama bütün güvenlik protokollerini takip etmen gerekir, karanlık bile olsa. Kıyafet için kimyasal duş, ve senin de normal. Veya, bunları yapabileceğini düşünmüyorsan ben bizden birini içeri yollayana kadar ya da elektrikler gelene kadar beklemen gerekir.”
Sesinde birazcık titreme oldu. “Tom, hortumdan hava gelmedi. Eğer tekrar giderse... Burada havasız kalmak istediğimi düşünmüyorum diyelim. Protokolleri gözlerim kapalı takip edebilirim. Ama buradan derhal çıkmalıyım.”
“Pekala. Bütün prosedürü harfi harfine takip etmelisin ama. Sana güveniyorum. Ama buradaki ışıklar tamamen gitmiş durumda. Çıkış yolun boyunca her yer karanlık gibi gözüküyor. Hava kilidi bir anlığına gitti ama biraz önce geri geldi. En iyisi seni oradan doğru çıkarmak olur. Hava kilidinden geçtikten sonra sorun yaşayacağını sanmıyorum. Geçince haber ver, tamam? Enerjiyi korumak için burayı tekrar kapatacağım.”
“Tamam,” dedi.
Karanlığın içinde, hava kilidinin olduğu çıkış kapısına doğru ilerleri. İçinde Ebola olan tüp hala eldivenli sağ elindeydi. Bütün prosedürleri bitirmek yirmi-otuz dakika tutacaktı. Ama şu an bunlarla uğraşmayacak, buradan çıkışa kadar bazı noktalarda kestirmeleri kullanacaktı. Şimdiye kadar görülmüş en hızlı çıkış olacaktı.
Tom hala onunla konuşuyordu. “Ayrıca, çıkmadan bütün alet ve malzemeleri güvenliğe aldığından emin ol. Tehlikeli şeylerin ortalıkta kalmasını istemeyiz.”
İlk kapıyı açtı ve geçti. Tam kapanıyordu ki onun sesini tekrar duydu.
“Aabha?” dedi.
*
Aabha üstü açık bir BMW Z4 kullanıyordu.
Ilık bir akşamdı ve saçlarında rüzgarı hissetmek istiyordu. Galveston'daki son gecesiydi. Aabha olarak son gecesiydi. Görevini, beş yıl süren bir gizlilikten sonra tamamlamıştı, hayatının bu kısım sona ermişti.
Bir kimliği kıyafetler gibi çıkarıp atmak harika bir duyguydu. Özgürlük buydu, mutluluk buydu. Bir televizyon reklamında başrol oynuyormuş gibi hissetti.
Çalışkan ve ciddi Aabha'dan uzun zaman sıkılmıştı. Bir daha ki sefere kim olabilirdi? Heyecan verici bir soruydu.
Marinaya giden yol sadece birkaç kilometrelik kısa bir yoldu. Anayoldan çıktı ve otoparka girdi. Bagajdan el çantasını ve diğer eşyalarını aldı ve anahtarları torpido gözüne koydu. Bir sat içerisinde kendisine çok benzeyen ve daha önce hiç görmediği bir kadın arabaya bindi ve gitti. Sabaha kadar 350 kilometre kadar uzaklara gidebilirdi.
Bu arabayı o kadar seviyordu ki ayrılmak onu üzdü.
Ama araba neydi ki? Birbirine kaynaklanmış, vidalanmış ve bağlanmış bir sürü parçadan fazlası değildi. Aslında soyut bir şey.
Marina boyunca yüksek topuklu ayakkabılarıyla yürüdü. Ayakkabıları, yerdeki fayanslara her basışında ses çıkarıyordu. Yüzme havuzunun yanından geçti, bu saatte kapalıydı ama yine de dünya dışı bir ışıkla alttan aydınlatılmıştı. Çatıları sazlarla kaplı kamelyaların rüzgardan hışırdadı. Marinadaki ilk iskeleye doğru bir rampadan öndü.
Buradan, Bizans tarzında birbirine bağlantıları olan iskele kollarından çok uzakta duran bir teknenin gecenin karanlığını bozduğunu görebiliyordu. Bu tekne 250-foot uzunluğunda, okyanuslar aşabilen bir yattı ve marinaya çekebilmek için fazla büyüktü. İçinde diskosu, havuzu, jakuzili spor salonu, dört kişilik bir helikopteri ve rampası olan yüzen bir oteldi. Modern bir krala yakışır bir kaleydi.
Burada onu küçük bir tekne bekliyordu. Bir adam, onu tekneye alabilmek için elini uzattı. Önce arkadaki boşluğa sonra kokpite aldı. Adam halatları çözüp iterken Aabha arkada oturmuştu.
Bu küçük hız teknesiyle yata yaklaşmak, küçük bir uzay gemisiyle devasa bir yıldız destroyerine yaklaşmak gibiydi. İskeleye bile çekilemiyordu. Hız teknesi yatın arkasına doğru yaklaştı ve başka bir adam kadının beş katlı bir merdiven doğru güverteye çıkmasına yardım etti. Bu adam kötü şöhretli asistan, İsmail'di.
Aabha biner binmez, adam “Malzemeyi aldın mı?” diye sordu.
Yapmacık bir şekilde sırıttı. “Selam Aabha, nasılsın?” dedi. “Seni görmek güzel. Hasarsız bir şekilde kaçabildiğin için mutluyum.”
Eliyle bir çark çeviriyormuş gibi hareketler yaptı. Hadi, hadi. “Selam Aabha. Her ne dediysen. Malzemeyi aldın mı?”
Çantasına uzandı ve içi Ebola'yla dolu tüpü çıkardı. Bir anlığına tüpü okyanusa fırlatmak gibi komik bir dürtü hissetti. Bunun yerine tüpü adama doğru tuttu.
“Şu küçücük şey,” dedi. “İnanılmaz.”
“Bu tüpe hayatımın beş yılını verdim,” dedi Aabha.
İsmail gülümsedi. “Ama şu da var; bundan yüz yıl sonra bile insanlar Aabha isimli kahraman bir kız için şarkılar söylüyor olacak.”
Tüpü almak için elini uzattı.
“Ona ben veririm,” dedi Aabha.
İsmail omzunu silkti. “Nasıl istersen.”
Yeşil ışıklarla aydınlatılmış merdivenlerden doğru çıktı ve ana kabine cam kapısından doğru girdi. Bu kocaman kabinin içindeki bir duvar boyunca dev bir bar, diğer duvar boyunca da masalar ve ortasında da dans pisti. Patronu burayı eğlenmek için kullanıyordu. Aabha daha önce burada bulunmuştu; Berlin’deki bir gece kulübü gibiydi—sadece ayakta durulacak yer vardı, müzik duvarları sallayacak kadar açıktı ve her yerde ışıklar vardı, dans pistinin üzerinde hınca hınç dans ediliyordu. Şimdi ise burası sessiz ve boştu.
Kırmızı halısı olan bir koridordan yürüdü, iki yanı boyunca sıralanmış yarım düzine kamara vardı. Koridorun sonundaki merdivenlerden yukarı bir salona çıktı. Teknenin en içine kadar girmişti artık, daha da gidiyordu. Birçok misafir buraya kadar gelemezdi. Bu salonun sonunda bulunan geniş, çift kapılı girişe geldi ve kapıyı çaldı.
“Gel,” dedi bir adam.
Sol taraftaki kapıyı açtı ve içeri girdi. Bu oda onu her zaman hayretler içinde bırakmıştı. Burası, kaptan köşkünün hemen üzerinde bulunan ana yatak odasıydı. Tam karşısında, yerden tavana kadar uzanan 180-derecelik bir görüş açısı sağlayan pencerelerden teknenin yaklaştığı yer kadar sağında ve solunda bulunan her şey görünebiliyordu. Bu görüntü çoğunlukla açık deniz olurdu. Solunda, parti bölgesi haline getirilmiş yerde bir kanepe vardı. Aynı zamanda iki rahat sandalye, dört kişilik bir yemek masası, duvara asılmış dev, ince televizyon ve hemen altında dev, tek parça bir hoparlör. Köşede ise içinde likörlerin bulunduğu, cam kapılı, yüksek bir dolap.
Sağına doğru, özel yapım kocaman bir yatak ve hemen üzerine, tavana montelenen ayna duruyordu. Bu yatın sahibi eğlenmeyi seviyordu, yatakta dört hatta bazen beş kişi yatabilirdi.
Yatağın hemen önünde sahibi duruyordu. Altında ipek kumaştan, uçkurlu, beyaz bir pantolon ve ayağında terlik vardı, ve üzerinde başka bir şey yoktu. Uzun boylu ve koyu tenliydi. Muhtemelen kırklı yaşlarındaydı, saçlarına aklar düşmüştü ve kısa sakalları yeni yeni beyazlaşmaya başlamıştı. Derin kahverengi gözleriyle oldukça yakışıklı bir adamdı.
Vücut yapısı ve oranı