Okuma sanatı. Damon Young
gibi yakın olan Simone de Beauvoir, kitapların verdiği güveni hatırlatıyordu. Sadece uysal burjuva ahlakları nedeniyle değil, aynı zamanda ona boyun eğdikleri için. “Söylemeleri gerekenleri söylediler ve başka bir şey söylüyormuş gibi yapmadılar, ben orada değilken suskun kalırdılar,” diye yazmıştı Beauvoir Bir Genç Kızın Anıları kitabında. Kitaplar, kendi yazarları yerine Simone’dan ikna ve sanatkârlık beklediler. De Beauvoir bu durumu “basılı sembolleri hikâyelere çeviren bir büyü” olarak tanımladı: Okur olmadığı anda büyü sona ererdi.
Edebi gücün keşfi söz konusu olduğunda herkese uyan bir kalıp yoktur. Dönemin tuhaflıkları, aile ve psikolojiyle ilişkili pek çok etken okumaya etki eder. Sartre gibileri aydınlanmayı egemenlikte bulur. Gösteriş, narsisizm ve korkaklık söz konusu olabilir (ama benden bu kadar söz etmek yeter). Çoğu durumda olay, filozof Herbert Marcuse’un “tatil gerçekliği” diye tanımladığı şeydir: Sıradanlıktan iltica etmek. Charles Dickens bu durumu gençliğinin “başka bir yer ve zaman umudu” olarak betimlemişti. Ancak Dickens’ın ileri dönemdeki ünü gösteriyor ki gençlikteki bu kitap aşkı, gücün keşfiyle çakışıyor. Çocuk farkındalık kazanıyor. Hem de yalnızca dedektiflerle dolu dünyaların, Galyalıların ve boğaların değil, aynı zamanda kendisinin, yani yaratıcılığı sayesinde bu dünyaları var eden okurun da farkına varıyor. Okumak daha hırslı bir zihinle tanışmak anlamına geliyor.
İki Özgürlük
Jean-Paul Sartre, Edebiyat Nedir?’de, “Sanat, yalnızca başkaları tarafından ve başkaları için yapılır,” diye yazar. Filozofun argümanı, yazarların kendileri için yazamayacağı değildir. Her sözcük elden kaçarcasına çıkar; zorba editörler ve okurların insafına kalır. Henry James bir mektubunda bu durumu “geç kalmış nüshamı akıttığım (…) aç işkembe” olarak tanımlamıştır.
Sartre’ın gerçekte söylemek istediği, bir yazının ancak yarısının yazar tarafından tamamlanabileceğidir. Okuru olmadan metin, yalnızca bir duygu akımı, açık ve koyu cisimler bütünüdür.
Bu, normal hayatın budalaca bir ihtiyaç gösterisi olduğu anlamına da gelmez. Hissiyat insanlar için her zaman anlamlıdır. Biz anlama ihtiyaç duyan canlılarız ve evren hiçbir zaman çıplak bir gerçeklik olarak anlamlandırılamaz. Ama belirgin dünya bir şeylere sürekli atıfta bulunmaz, çoğu zaman işaretlerin üstü kapalıdır. Sartre günlük hissiyatı, “İçinde hafif bir neşe, ürkek bir üzüntü vardır; barındığı loş anlama yaklaşır ya da yakınında duman gibi titreyerek durur,” diye anlatmıştır. Dil, parlak ve keskin bir ışık yayarken günlük hayatın puslu bir havası vardır.
Harfler, bunu dikkati kendilerinden öteye çekerek başarırlar. Metni değil, metnin özünü okuruz. “Gözlerimizin önünden geçen sözcükler birer düzyazıdır, tıpkı güneşe tutulmuş bir cam gibi,” der Sartre, şair Paul Valery’den alıntı yaparak. Sözcükler bir çeşit geçittir. Gerçekliği şekillendirirler ama biz baktığımızda görünmez olurlar.
Tüm metinler Sartre’ın ideal düzyazıları kadar geçirgen değildir. Şiir çok daha opak olabilir. Seamus Heaney’nin “The Bookcase” şiirini ele alalım. Şiirin üst metni bir şairin kütüphanesiyle ilgili. Şair aynı zamanda İngilizce dil oyunları da yapıyor. “Dişbudak kerestesi mi meşe kerestesi mi? İpek gibi pürüzsüzleştirilmiş / Sıra sıra dizilmiş, gözün alabileceği kadar, her biri parşömen kadar solgun / Kitaplığa döşenmiş, sımsıkı ve yerli yerinde.” Ses yinelemesi, ritim ve mecaz: Şiir, bir cisim ve onun yankılarıyla ilgili olduğu kadar dille de ilgilidir. Nasıl resim renklerle ve müzik de seslerle kendini ortaya koyarsa, şiir de kendini sözcüklerle ortaya koyar. Alman filozof Hans-Georg Gadamer, “Şiirsel deyimler, kendini aşmış sözcükleri geri getirip yerine mıhlar,” demiştir.
Dil, kehribar gibi yarı şeffaf ya da Valéry’nin camı gibi tamamen şeffaf olabilir, ama sözler aracılığıyla görmek her hâlükârda çaba gerektirir. Yazıtlar ya da izdüşümler, ince ayrımlar ve çerçevelerinin yanında bir de anlamları olan sözcüklere dönüşür. Sherlock Holmes’da ilk fark ettiğim de budur: Okumak her zaman duyuları hisse dönüştürür. “Her şeyi eğri büğrü yazılardan çıkarman lazım,” diye yazar Şair D. Nurkse, “aynı ölü karıncaların antenleri gibi”.
Okur açısından bu durum bir dünya oluşturma anlamına gelir: Sayfanın ötesinde karmakarışık bir topluluk. Conan Doyle, güneşin “büyük şehrin üzerine örtülmüş loş örtünün ötesinden görülebildiğini” yazdığında ben de Londra’yı kafamda yeniden yaratırım. Yalnızca gökyüzünün sarı ve gri rengini değil, aynı zamanda şehri “muhteşem” yapan kömür ve sanayiyi de gözümde canlandırırım. Gazetelerin Sherlock’un müşterisinin ölümünü yazmaları, hepsi metnin hayali dünyasında bir araya gelmiş bir grup orta sınıf okur grubunu uyandırır. Kurbanın aceleyle yürüdüğü Waterloo İstasyonu akla buharlı trenleri getirir; yolcu taşıyan ve Watson türünden adamların okuyacağı The Times istiflerini taşıyan trenler. Tüm bunları, ön plandaki düzyazının arkasına yansıtırım. Sartre’ın deyimiyle, “Sanat tarafından temsil edilen cisimler, evrenin arka planına yansır.” Ben, yazarın parçalarından bir kâinat yaratırım.
Tüm bunların pekiştirdiği ise yazarak hiçbir şeyin var edilemeyeceğidir. Bebekken, Sherlock Holmes’un Meşhur Davaları’nın ilk baskıları bana bir şey ifade etmezdi; onları sadece ağzıma sokup dişleyebileceğim şeyler olarak görürdüm. On bir yaşına geldiğimdeyse Holmes’u “kadife kaplı koltuğu”nda oturmuş vücuduna uyuşturucu zerk ederken hayal ediyordum. Kendimi metne adamam gerekiyordu; Conan Doyle’un sözlerini kabul edip sonra da onlara gerçeklik kazandırma sorumluluğunu aldığım aktif bir çeşit pasiflik içinde olmam gerekliydi.
Okumak bir miktar özerklik gerektirir; kimse beni dünyalar yaratmaya mecbur etmez. Kitaplar olsa olsa birer davetiyedir. Sartre bu duruma “cazibe” der, gerçekte çok az ihtiyaç durumu söz konusudur. Okuma her zaman iki özgürlüğün birleşimidir: Yazarın özgürlüğü ve okurun özgürlüğü.
Zorluklara Rağmen
Bu açıdan bakınca, çocukluğumun ahşap kitaplıkta durduğunu söylemek yanlış olur. Gerçi böyle hissetmem doğal, çünkü eski kitaplar nostalji hissi yaratır. Marcel Proust’un Okuma Üzerine’de yazdığı gibi, bazı gençlik anıları günlük hayat içinde kaybolur ama o yıllarda okunan sayfalar arasında yeniden bulunur. “Onlar kaybolan günlerin takvimleridir,” diye yazar. Ancak eğer bu kitapları bir daha hiç okumazsam, anılar Proust’un temps perdu’sü, yani “kayıp zaman”ı olur. Yazılı dünyada canlı halde olan bir şey varsa, ancak Hannah Arendt’in dediği gibi “istekli bir can onları hayata döndürmek için ölü harflerle yeniden temasa geçerse” canlanır.
Bu, daha genel bir bakış açısıdır. Benim kitaplarım, yalnızca diğer cisimlerin yanında duran ve pigment, tutkal, ölü selüloz ve inek derisinden oluşan cisimlerdir. Eğer bunlar, okuyan belli başlı insanlarla belli başlı bir ilişki içine girmezse okuma asla gerçekleşmez. Okuma bir gün tamamen ortadan kalkabilir. Eğer homo sapiens olarak bilinen türün soyu tükenirse, tüm bu okunabilir şeyler (kitaplar, gazeteler, tweetler, reklam afişleri, trafik levhaları, bakır levhalara yazılı minyatür sözcükler) artık metin olmaktan çıkacaktır. Belki yaşam alanı haline gelecek, yenecek, gömülecek, üzerine tırmanılacak, paslanacak ama asla okunmayacaklardır.
Yazının ulaşılabilirliği, okumanın nadirliğini ve kırılganlığını maskeler. Kâinatın dilinden konuşmak gerekirse, sözcüklerle yaptığımız bütün zorlukların üstesinden gelir.
Dâhiler ve Azizler
Bir tahminde bulunayım: Bu sıradışı aktiviteden hoşlanıyorsunuz.