Okuma sanatı. Damon Young
olur. Yetkinlik, erbaplığı getirir. Alman felsefeci şairler Johann Wolfgang von Goethe ve Friedrich Schiller, erbapların sanat çabasına da saygı duyabildiklerinin altını çizmişlerdir. Sanat meraklıları huzursuz istifçiler olsalar da başkalarının görünmez çabalarının da koleksiyonerleridirler. Bu nedenle amatör kisvesi altında önemsizleştirilenler, edebiyat için de tıpkı spor ya da resim için oldukları kadar kritik önem taşırlar. Yazmayı öğrenerek kendime daha aşina olabilirim (ya da en azından yanılsamalarımla) ve diğerlerinin çabasına karşı da daha cömert olurum.
Sorun bu hevesin yazmak için nadiren geçerli oluşudur. Beauvoir’ın “büyü”sü konusunda hızlı oluşum ancak bu büyüyü etkin kullanamıyor olmam nadiren önemsenir. Yani iyi bir yazar olsam da okurumun özgürlüğünü sakarca ya da acımasızca kullanıyor olabilirim.
Unutkanlık ve Baş Dönmesi
Okumanın ihmal edilmesi bazı açılardan dolaysızdır. Elbette ki okuryazarlık, çocukluğa ait otomatik bir başarıdır. Doğduğumuzda hiçbir şeyin ayırdında olmasak da yavaşça renkleri, şekilleri ve bazı şeylerin hareketlerini fark etmeye başlarız. Kenarları bombeli, siyah ve altın renklerdeki dikdörtgen, çevresini saran krem rengi ve mat mavi objeyle birlikte bizim için artık “kitap”tır. Her izlenim aslında yepyenidir ve yavaş yavaş akış içindeki düzeni görmeyi öğreniriz. Aynı şey okumak için de geçerlidir. Algıları bir şeylerle eşleştirmek mümkün hale gelir. Satırlar isimlere dönüşür (“a”, “b”, “c”), sonra da seslere dönüşerek tüm fikirlere ve hislere ses verir. “İlahi bir müdahale sayesinde okuryazar olmayız, olayı fevkalade hale getiren kültürel bir müdahale ve kültürel bir seçilim sayesinde okuryazar oluruz (…) önceden varolan sinirsel bir yatkınlık için yeni bir kullanım alanı bulmuşuzdur,” diye yazmıştır Oliver Sacks Aklın Gözü kitabında. Okuryazar yetişkinler için artık bu durum anında ve kolaylıkla gerçekleştiği için okumanın mucizevi ve orijinal tarafını unuturuz. İlk coşku, bu duyuyu geliştirme arzusunu da koluna takarak kaybolmuştur.
Okuma sanatı da insanın kendisi dışındakilere görünmez gelir çoğu zaman. “Fark ettim ki kimse (…) benim okuma alanıma giremezdi ve kendi arzum dışında hiçbir şey başkalarının bilmesini sağlayamazdı,” diye yazmıştır Alberto Manuel Okumanın Tarihi kitabında. Klasik ve ortaçağ zamanlarında adet olduğu gibi sesli okusam ve bir dinleyici kitlesine hitap etsem bile bu görüntü yanıltıcı olabilir. Okumayı psikolojik anlamda bu kadar zengin kılan çoğu şey kişiye hastır ve kişinin halka açık karakteriyle zıtlık içinde olabilir. Karizmatik bir performans ustası, nitelikli bir okuma yapmış gibi görünebilir (tıpkı Jane Austen’ın Mansfield Park’ındaki Henry Crawford gibi) ancak -mış gibi yapmakla çözümleme arasında bir darboğaz vardır. Bir roman hakkında gevezelik yapıp ne anladığımı ortaya koyabilirim: dikkatli ya da huzursuz, bilgili ya da cahil, kabullenici ya da iğneleyici. Ama okumanın çoğu gözlemden kaçınır.
Bu durum okumayı, kasıntılık ya da kendini beğenmişlik gösterileri için daha az uygun hale getirir. Evet, sosyolog Pierre Bourdieu’nün de katıldığı üzere okumayı bir statü sembolü olarak kullanabilirim. Benim altın kaplama Sherlock Holmes’ün Meşhur Davaları kitabım kültürel piyasadaki tek kötü yatırımımdır. Yine de bu tür bir güç oyunu benim sözcükleri nasıl anlamlandırdığım hakkında hiçbir şey söylemez. Bu nedenle de okumak daha içe kapalı bir yetenektir. Kültürel bir sermaye peşinde olan insanlar için yazmak daha hünerli bir kazanç kapısıdır.
Ama okuma sanatında unuttuklarımız, işin kökenleri ya da görünmeyen içe kapanıklıktan fazlasıdır. Okumak insanı tedirginliğe de sürükleyebilir. Yalnızca Beowulf’un Grendel’i ya da Lolita’nın Humbert Humbert’ı yüzünden değil, çünkü özgürlük mağlup edicidir. Kendi hayatımı ancak ben meşrulaştırabilirim ve bunu benim yerime kimse yapamaz. Bourdieu’nün “sosyal alan” dediği şeyden kaçamam. Ben belli psikolojik ihtiyaçları olan belli bir hayvanımdır. Ama benim tüm bunlardan, kendimden çıkarımım nedir? Yaşamdan ölüme doğru yol gösteren, büyük evrensel bir işaret yoktur. İnsanlık sorusuna verilecek nihai bir cevap yoktur. Bu durum, filozof Martin Heidegger’ın Varlık ve Zaman’da dediğine göre endişe ve kaygıya sebebiyet verir.
Endişe yalnızca korku ya da şu veya bu tehditten kaçınmak değildir. Endişe bir ruh halidir ve tüm dünyaya yayılır. Bir anda varlık yanlış, asılsız ve yalnızca anlamsız görünür. Ben bu sezgiyi nadiren hissederim çünkü genelde hesaplamalarla fazla meşgulümdür. Ama arada sırada mutlak kişisel kesinlikler diye bir şey olmadığının farkına varırım. Fikirlerim ve değerlerime sahip çıkmak ya da eleştirmek, takdir etmek ya da dalga geçmek benim işimdir. Heidegger’ın dediği gibi “günlük tanıdıklık çöker”. Bu ruh haliyle, doğaya ya da tanrılara bel bağlayamam, bu yükü kendim taşımalıyım. Bu yükle beraber denge kaybı ortaya çıkar; altımda ne olduğunun farkına varırım ki neredeyse hiçbir şey yoktur. Endişe, ağırlık ve hafiflikle korku ve neşenin kurnaz karışımıdır.
Sözcükler endişe yaratırlar; çünkü benim yeni oluşmakta olan dünyadaki rolümü hatırlatırlar ve güvenli gerçeklik uğruna görmezden geldiğim tüm olasılıkları gözümün önüne sererler. Oyuncunun yazar kadar özgür olduğu vakit bu potansiyel oyunundan kaçışı kalmamıştır. Sayfa, insani belirsizlikler arasındaki kısa bir kesinliktir. Başka sözcüğü değil de belli başlı bir sözcüğü olumlama sorumluluğumun ve yaptığım seçimin kırılganlığının farkına vardığım anda başım dönmeye başlar. Her bir sözcük dizisi varoluşsal bir meydan okuma olabilir.
Baş dönmesi, yazarın gücünün bir diğer nedenidir: Göstergelerin oyununa bir son vermemizi sağlarlar. Filozof Michel Foucault, yazarın okuma deneyimini güvenli hale getirebileceğinden bahsetmiştir. Burada sözü geçen, telif çekleri ve bel ağrısı olan gerçek yazar değildir; yazar fikridir, yani Foucault’nun “yazar işlevi” diye tanımladığı şeydir. Yazar işlevi bir kişi değil, bir doğruyu yönetme şeklidir; sosyal ve psikolojik kuvvetlerden doğar. Albertine Kayıp’taki Marcel’in Marcel Proust olduğuna ya da Nikos Kazancakis’in mitolojik anı kitabı El Greco’ya Mektuplar’daki “ben”in bonzaiden nefret eden bıyıklı olduğuna inanmak daha kolaydır. Yazar, metni basitleştirme yollarından biri haline gelir. Sözler, bu Fransız ya da Yunan adamdan çıkar ve yalın bir şekilde homoseksüelliğini ya da iktidarsızlığını belli eder ve olan biten de bu kadardır.
Foucault’nun demek istediği, yazarın yaşamının ya da yaşam amacının her zaman alakasız olduğu değildir. Yaratıcılık düğümüyle bağlanmış her şey alakalıdır: Platon’un Devlet’indeki veba, Superman’deki göç ve Yahudilik, Nietzsche’nin Ecce Homo’sundaki frengi gibi. Roland Barthes’ın dediği gibi yazar, elbette ki “halıdaki desen” gibi çözülebilir. Foucault’nun demeye çalıştığı şey, yazarın okuma biçimlerinden yalnızca biri olduğudur ve o da bazı anlamların altını çizerken kimilerini kendi gibi saklar. Buna “anlam çoğalmasındaki ekonomi prensibi” adını vermiştir. Yazarlığa odaklanarak bundan elde ettiğim rahatlıkla kendime aşikârlık hediye ederim. Metnin anlamı yalnızca budur, hikâye burada bitiyor.
Yani okurun özgürlüğü yalnızca unutulmamıştır, aynı zamanda sözcüklerin yarattığı sinir bozucu şüphe nedeniyle baştan savılmıştır. İster kutsal kitap, ister gazetede köşe yazısı ya da çizgi roman olsun, her türün sayfalarında kolay ulaşılabilen bir kesinlik aranır. Sözcükler başka birinin işi olur. Yazar, yalnız dehası nedeniyle kutlanır ya da Grub Street2 tarzı olmakla suçlanır. Okurun iktidarı ve bu iktidarı daha sanatsal biçimde değerlendirme şansı da elinden alınır.
Şenlik
Okuma
2
19. yüzyıl başlarına kadar Londra’da beş parasız yazarların, ucuz yayımcı ve kitabevlerinin bulunduğu cadde. Buradaki yazarlar çok kısa sürede basit romanlar, müşterisinin fikrini yansıtan köşe yazıları ya da el ilanları yazarlar ve yazdıkları sözcük başına ücret aldıkları için uzun ama niteliksiz metinler ortaya koyarlar. (e.n.)