Safiye sultan. Turhan Tan
gözü kapalı yürümeyi!”
Deli Cafer, derin derin düşündü. Sonra bir elini Bafo’nun omzuna koydu.
“Biz,” dedi, “size baht yolu değil, taht yolu açıyoruz. Çünkü sizi yüce Padişahın büyük oğluna armağan götüreceğiz. Osmanlı tahtı ona kalacağı için siz de er ya da geç imparatoriçe olacaksınız. Ben şimdiden sizi o sıfatla selamlıyorum, emirlerinizi kabul ederek gemiyi de içindekileri de serbest bırakıyorum. Yalnız siz, lütfen bizim gemiye buyurun!”
Bafo, Osmanlı Sarayı’nda Bizanslı, Sırp, Rus prenseslerin ne muhteşem hayat sürdüğünü masal gibi dinlemiş ve yakın bir tarihte ölen Hürrem Sultan’ın yaptığı işler hakkında da epeyce bilgi elde etmişti. Kubat Çavuş’la Deli Cafer’i ve Kara Kadı’yı Venedik’te gördükten sonra Türklere büyük bir sevgi beslemeye başlamıştı. Fakat hiçbir zaman aklına imparatoriçe olmak gelmediği gibi Türklerin arasına düşmek de hayalinden geçmiş değildi. Bu sebeple, duygularında garip bir kargaşa vardı. Yurdundan, yuvasından, anasından ve babasından ayrılacağını düşündükçe, içine sızılar yayılıyor, gözleri dolu dolu oluyordu. Dünyanın en kuvvetli, en zeki, en nazik, en güzel milleti olan Türkler arasında o kuvveti, o zekayı, o nazikliği, o güzelliği bol bol hissederek ve onlardan kalbiyle, ruhuyla, hatta etiyle yararlanarak yaşayacağını düşününce, içine yayılmış sızılar geçiyor, yerine tatlı bir çarpıntı geliyor, gözleri de gülmeye başlıyordu. Deli Cafer’in sözleri, bu duygu kargaşalığını birden giderdi, genç kızı hayal ve heyecan alemlerine sürükledi. Bütün benliğine neşeli bir uysallık getirdi. Artık somurtamıyordu, tatlı bakışlarıyla heybetli Türk’ü kucaklayarak durumundan hoşnut ve mutlu görünüyordu.
Deli Cafer, toy kızın esirlik felaketini bir tür mutluluk kabul ettiğini farketmekte gecikmediğini görünce, yana çekildi.
“Buyurunuz,” dedi, “bizim gemiye geçelim. Orada esirleri siz azat edersiniz.”
İki üç dakika sonra, onu Kara Kadı karşılıyordu. Lakin genç ruhlu ihtiyar korsan bu karşılama sırasında yalnız değildi, Duçeler Sarayı’nda kıymetleri Kubat Çavuş tarafından ballandıra ballandıra anlatılan iki meşhur cüce de yanındaydı. Bafo, o canlı insan minyatürlerini görünce ne halde olduğunu unutarak, ellerini şımarık şımarık çırptı ve bağırmaya girişti:
“Aman ne güzel şeyler, ne zarif oyuncaklar!”
Cüceleri uzun uzun inceledikten, evire çevire seyrettikten sonra, Kara Kadı’yı selamladı.
“Afedersiniz,” dedi, “cüceleriniz o kadar hoşuma gitti ki sizi selamlamayı unuttum.”
Biraz sıkılarak Deli Cafer’in kulağına fısıldadı.
“Bu cüceleri arkadaşınız bana verir mi?”
O, boyun kırdı.
“Yarın imparatoriçe olacak bir hanımın en küçük arzusunu yerine getirmek bizim için en büyük vazifedir. Şu halde cüceler sizindir efendim!”
Bafo, tehlikeden kaçmanın ve ne şekilde olursa olsun yaşamanın şeref gibi, haysiyet gibi, namus gibi şeyler uğrunda ölmekten çok daha akıllıca bir iş olduğunu ispat etmiş olan Venedik dilaverlerini gemilerine geri yollattıktan sonra kendi evindeymiş gibi harekete başladı. İmkanları oranında açılıp saçıldı, Deli Cafer’le ve Kara Kadı’yla Türk hayatına dair konuşmaya başladı. En çok merak ettiği şey, Osmanlı veliahdının şahsı ve sarayıydı. Evirip çevirip sözü oraya getiriyordu. Şehzade Murat’ı görmeden tanımak hırsıyla bin türlü soruyu sıralıyordu.
Fakat cücelerden de ayrılmıyordu. Türkçeden başka birer düzine dil bellemiş ve her birini o dille konuşan bir anadan doğmuş gibi konuşmakta olan bu canlı minyatürler aynı zamanda mükemmel birer taklitçi ve hokkabaz olduğundan Bafo’yu kendilerine hayran bırakmışlardı. Maymundan file kadar her hayvanın, sekiz on millete mensup dişili, erkekli insanların seslerini ve birtakım karakteristik hareketlerini gerçeğinden ayırt edilmesine imkan vermeden taklit edip gözden sürme çekmek derecesinde ustalıkla hokkabazlıklar yapmasından genç kız adeta büyülenmişti.
Deli Cafer’le, Kara Kadı onun yurdundan ve yuvasından ayrılmak elemiyle hırçınlaşmamasını, ağlayıp sızlamamasını, kendi hesaplarına uygun bir durum olarak kabul etmekle beraber, ibrete değer bulmaktan da geri kalmıyordu. Çünkü insan denilen mahluklara Allah’ın, tabiatın ve bahtın tattırabileceği en büyük acı iki deniz kurdunun inancına göre esir olmak, yurttan ve yuvadan uzak kalmaktır. Yine onların düşüncesine göre, bir erkek veya bir kadın, herhangi bir iğrenç hastalıktan dolayı bir esirin tattığı acıyı duyamaz. Etleri parça parça dökülen, ciğerleri tutam tutam burunlarından düşüp dağılan, gözleri sönen, yürekleri delinen hastaların hissettiği acı, düşman eline düşmüş ve vatandan uzak kalmış bir esirin duyduğu üzüntüyle ölçülemez. Çünkü esir olmak, cennetten cehenneme düşmektir. Esir olmak havasızlığa mahkum olup her nefeste bir kere boğulmaktır. Ondan dolayıdır ki, yurdunda ekmek bulamadığı ve esir olarak yaşadığı memlekette refaha kavuştuğu halde gözlerinin hep vatanlarına çevrili kalması esirlerin belli başlı işidir. Esir, o sıfatla altın köşklerde yaşamaktansa yurduna kavuşup çöplükte yaşamayı tercih eder.
Halbuki Bafo, kendisini baba kucağına götürecek bir yoldan zorla ayıranlarla bir anda kaynaşmıştı. Gülüp eğleniyordu ve en küçük bir acı duymuyordu. Acaba bu kayıtsızlık milletini reddetmesinin mi, yoksa iğrenç bir terbiyenin sonucu muydu?
Deli Cafer’le Kara Kadı ne sosyologdu ne psikolog. Yalnız insan ruhunun ne gibi huylarla temiz ve ne gibi davranışlarla pis sayılabileceğini Türk halkı içinde yerli ve yabancı örneklerle öğrenmişlerdi. Değişmesine imkan olmayan o bilgiye dayanarak Bafo’nun esirlikten elemlenmemesini ruhsal bir pislik olarak görüyor ve bundan enikonu tiksiniyorlardı. Eğer o, birkaç gün ağlayıp sızlamış olsaydı, hiç de böyle düşünmeyeceklerdi ve kıza teselli vermek için ellerinden geleni yapacaklardı. Fakat şimdi derin bir hayret ve derin bir iğreniş içinde onun varlığına karşı kayıtsız kalmak zorunluluğu duyuyorlardı.
Kara Kadı bir ara insaf etti. Deli Cafer’in yanında Bafo’yu müdafaaya yeltendi.
“Canım,” dedi, “haksızlıkta ileri gitmeyelim. Bu Venedikli kız, nihayet bir çocuktur. Şöyle eğilip koklarsak ağzında henüz süt bulunduğunu görürüz. Böylesi bir çocuğa, yakında Osmanlı padişahının karısı olacaksın dersek onda akıl, fikir kalır mı?”
Deli Cafer başını salladı, bu düşünceyi beğenmediğini hissettirdi ve sonra cevap verdi:
“Yanılıyorsun kardeşim. Çünkü oyuncak, ağlayan çocuğu belki susturur. Fakat o çocuğa anasını, babasını unutturmaz. Biz de bir oyuncak sunar gibi, ona büyük şehzadenin karısı olacağını bol keseden müjdeledik. Yüreği temiz olsaydı, bu müjdemizden haz almakla beraber anasını anarak, babasına yanarak bir iki saat olsun ağlardı, halbuki kahpenin zil takıp oynamadığı kaldı. Kahkahadan neredeyse, çenesine ağrı yapışacak!”
Ve birden kaşlarını çattı, arkadaşının yüzüne gözlerini dikti.
“Sultan Süleyman melek gibi bir adamdı, kimseyi incitmek istemezdi. Moskof illerinden bir Hürrem çıkageldi, o melek Padişahı ifrite çevirdi, evlat katili yaptı, torun katili yaptı. Bu Bafo da bir gün Topkapı Sarayı’nda hüküm sürmenin yolunu bulursa, efendisi olan Hünkarı mutlaka maskaraya çevirir, kepaze eder.”
“O halde kahpeyi Mısır ’a, Trablus’a yahut Fas’a götürelim, esir pazarına verelim, haraç mezat satalım.”
Deli Cafer’in ağlayan sesi bu düşünceyi de beğenmeyip reddetti.
“Kubat Çavuş’a söz verdik, bu kızı Padişaha armağan