Safiye sultan. Turhan Tan
onun için başarılı olmaktan ibarettir ve bunu sağlamak için de her şeyin, yalancılıktan muhabbet tellallığına kadar her kepazeliğin yapılması yerindedir.
Fakat Makyavel, siyasette başarılı olma meselesini her şeyden ziyade ayrılıktan bekleyen bir diplomattır. Bundan dolayı öğrencilerine ve vatandaşlarına, “İlkin parçala, dağıt. Sonra ez, hakim ol,” demişti. Venedik Cumhuriyeti Makyavel’in adı sanı ortada yokken bu çeşit siyaseti takip etmekte ve bütün başarılarını da o siyasetteki becerisine borçluydu. Makyavel’in eserleri, birer ahlaksızlık incili gibi İtalya’nın her köşesine yayılınca dost devletlerin, komşu hükümetlerin idari ve toplumsal ahengini bin türlü entrikayla bozmak, o devletlerin halkını parti parti ayırarak boğaz boğaza getirmek için kullanılabilecek elleri bulmak daha kolaylaşmıştı. Venedik politikacıları bu kolaylıktan iç siyasette de yararlanmayı düşün- düklerinden Makyavelizm’in kendi aralarında da uygulamasına girişmişti. Mükemmel bir casus ağı kurarak ve asil aileleri birbirine düşman etmekten başlayarak öz yurtlarında yaman bir ayrılık, düşmanlık yaratmışlardı.
İşte asıl görevi güzel Bafo’yu Korfu’ya götürmekten ibaret bulunan şu savaş gemisinde birbirine düşman üç aileden birer kişinin bulunması da o düşmanlık siyaseti yüzündendi.
Fakat Duçe’yle Senato, Loredano’yu, Suranço’nun, onu Kapitano’nun ve Bafo’yu da her üçünün gözetimi altına koyarken tam bir Makyavelci gibi davrandığı için gemide kimsenin durumdan haberi yoktu. Ondan ötürü de gemidekilerin neşesi yerindeydi, asilzadeler ve gemi subayları, heyecanlı bir göğüs gibi kabarıp kabarıp inen mavi deniz üzerinde gülüyor, eğleniyordu.
Gemidekiler -garip bir tesadüf !– hep gençti. Kaptan Loredano henüz otuz yaşındaydı. Kıbrıs kumandanı Marko Antonio, Bragadino’ya Senato’nun gizli emirlerini bildirmeye memur olduğunu söyleyip duran Viktor Suranço Loredano’dan üç yaş küçüktü. Korfu’daki süvari kumandanı olarak atanmış Piyetro Kapitano ise her iki asilzadeden büyük olup otuz beş yaşlarında görünüyordu. Gemi subayları ortalama bir hesapla aynı yaşlarda bulunduğundan güvertedeki neşeyi garipsememek gerekirdi.
Lakin bir gerçeği de unutmamalı. Geminin kaptanı, topçubaşısı, silahçıların komutanı, dümencisi, hesap memuru, bunların yardımcıları, asaletmeap Viktor Suranço ve Piyetro Kapitano, aralarında Bafo bulunmasaydı yine böyle kahkahalar savurarak, çeşit çeşit oyunlar yaparak mı seyahatlerine devam edecekti? Kesinlikle hayır. Onları böyle harekete geçiren hep o yavrucağızın güzelliğinden yüreklere sızan, yayılan alevlerdi. Büyük ve küçük rütbe sahibi herkes ona yaranmak ve kendini beğendirmek istiyordu. Lakin kız, her yere ışığını saçarken hiçbir yerin kaygısını taşımayan güneş gibi onların hülyalarına karşı kayıtsızdı, oturduğu yerden gözlerini denize vererek derin derin düşünüyordu.
Bir dişi, otuz erkek! Bu bir kemik ve otuz köpek demekti. Fakat ortadaki nimetle o nimete midelerini açanlar arasında aklın hakim oluşu hırlama, boğaz boğaza gelme gibi durumların belirmesine engel oluyordu. Yani kemiğe herkes geviş getiriyor, fakat kimse pençe atamıyordu. İşte insanla hayvanı ayırt eden güçlerden biri de budur. İnsan, kalabalıkta veya kanunun baskısı altında ihtirasına hakim olur. Hayvan, böyle bir ihtiyatlılık gösteremez!
Bununla beraber kemiğe göz dikenler, yavaş yavaş ve derece derece şuurlarını da kaybetme durumuna gelmişti. Engin bir deniz, ılık bir hava, sınırsız bir gök, güzelliğin çekimini çoğaltmakta, kalbin direncini azaltmaktaydı. Tabiat denizin sesinde, göğün renginde, havanın ılıklığında hep aynı emri fısıldıyor, “Seviniz, sevişiniz,” diyor gibiydi. Kulağa değil, kalbe ve iradeye seslenen bu fısıltıyı duyup da heyecana gelmemek imkansızdı.
Lakin Bafo’nun kayıtsızlığı bütün bu heyecanları sersemletiyor, hedefsizleştiriyor, şuursuzlaştırıyordu. Bütün erkekler, o kayıtsızlığı yıkma gücünü nefsinde göremediğinden aptal aptal gülüp duruyordu. Ağlasalar, şüphe yok ki, daha iyi yapmış olacaklardı. Fakat birbirlerine gülünç olmamak için hep birden gülüyorlardı.
Bu durum, Bafo’nun kendini dinlemekten yorulmasına ve gözlerini sersemler kafilesine çevirerek her erkeği bir an bile olsa süzmesine kadar devam etti. Şimdi büyük, küçük bütün o avareler, keskin ışıktan örülme bir ağ içine düşmüş, üzerlerinden geçen bakışın ışığına sarılmıştı. Yeni bir sersemliğin sarhoşluğunu yaşıyorlardı.
Kaptan Loredano, en cesurları oldu ve yılışa yılışa Bafo’ya sokuldu.
“Otuz erkek,” dedi, “gözünüzü denizden çeviremedi. Çok dalgındınız, galiba Venedik’i düşünüyordunuz?”
Asil Suranço, Lerodano’yu kıskandı. Başka ağza girmek üzere bulunan kemiğe sokulmakta acele eden yaratıklar gibi hemen atıldı.
“Sinyoritanın,” dedi, “Korfu’yu düşündüğüne eminim. Çünkü gelecek geride değil, ileridedir. Gemi de bizi adım adım ileri götürüyor.”
Genç Kapitano da, bir şeyler söylemek ve hiç olmazsa hararetini hissettirmek istiyordu. Fakat Bafo, aptal kadınların yüreğinden başka yerde dalgalanma yaratamayacağını düşündüğü bu üç miskin heyecanı zarif bir dudak bükmeyle savuşturduktan sonra, yüzü denize çevrili, gerçek düşüncelerini onlara bildirdi.
“Ne düşündüğümü keşfedemediniz. Şu engin denize saatlerce kapanan bir hayal gücü, ne Venedik ne de Korfu üzerinde bu kadar uzun müddet oyalanabilir. Hele genç bir kızın şuurunu saatlerce esir eden konunun mutlaka deniz kadar engin olması gerekir. Venedik bu durumda bir parça köpük, Korfu da bir tutam su gibi kalır.”
Ve ortaya atacağı gerçeğin, o budalaları bir kat daha alıklaştırması için kelimelerin üstüne basa basa ekledi.
“Türkleri düşünüyordum!”
Kıza hayli sokulmuş üç asilzade gibi gerilerde kalan erkeklerin de yüzleri soldu, gözleri bulandı, enselerinden bir titreme geçti ve bütün başlar denize çevrildi. Her biri gözlerinin görme sınırı dışında Türk korsan gemilerinin dolaştığını kuruyor ve engin bir boşlukla uzanıp giden denize korka korka bakıyordu.
Ne ileride ne geride, ne sağda ne solda bir yelken, hatta bir gölge görünmesi öbürlerinden önce Loredano’yu cesaretlendirdi ve dillendirdi. Fakat asilzade kaptan, Bafo’nun Türkleri yücelten sözlerini, o ilk korku sırasında, unutuverdiğinden konuyu değiştirerek söze girişti:
“Sinyorita,” dedi, “bu nasıl söz? Karşınızda Loredanoların kanını taşıyan bir kaptan var. Hangi Türk korsanı, bir Cali Bey, olmak ister ve önüme çıkma alıklığını gösterir.”
Bafo, acır veya iğrenir gibi budala gencin yüzüne uzun uzun bakarken Kapitano, deminki suskunluğunun acısını merhemlemek istedi ve söze karıştı:
“Muhterem Loredano, dedesinin babası tarafından bir buçuk asır önce Gelibolu önlerinde kazanılan deniz zaferini hatırlatmak istiyor. İzin verirseniz ben de aynı yıllarda bir Kapitano’nun Osmanlıları Kesendire’den attığını, Kristo Polis Kalesi’ni onlardan aldığını size hatırlatmakla gurur duyacağım. Söylemeye gerek yoktur ki o Kapitano’nun asil kanı hiç bozulmadan bu kölenizin damarlarında dolaşıyor.”
Suranço, bir suçlu gibi kötü kötü düşünüyor ve öbür asilzadelerden cesur kan itibarıyla geri kalmaktan ürkerek işe yarar bir tarih hatırası bulmak için hafızasını yorup duruyordu.
Bafo da gözlerini ona dikmişti ve maskaralık yarışında bu sersemin nasıl davranacağını öğrenmek istiyordu. Suranço, işte bu alaycı bakış altında bir iki asır önceki Venedik tarihini hatırladı, dedelerinin o devirlerde neler yaptığı göz önüne getirebildi ve üç beş