Safiye sultan. Turhan Tan
elçi bey şerefine söyleyecekti. Daha sonra komik ve trajik sahneler gösterilecekti. Arada dans edilecekti.
Duçe, bütün bunları elçi beye hatırlattı ve programın madde madde uygulanabilmesi için izin istedi. Kubat, kendi dolabını çevirmekle meşgul olduğundan bu ricaya ciddi bir ilgi göstermedi. Sadece hay hay deyip Kara Kadı ile gizli bir şeyler konuştu. İki Türk ana dilleriyle fakat dudak dudağa konuşuyordu. Kelimeleri yanı başlarındaki Deli Cafer’e bile duyurmaktan çekiniyorlardı. Garip olan nokta, Deli Cafer’in tek kelimesini duymadan aralarında konuştuklarını anlar gibi davranması ve ara sıra Kara Kadı’ya gözüyle, kaşıyla fikrini belli etmesiydi. Yetmişlik deniz kurdu, bunu yaparken, diz dize oturduğu güzel Bafo’ya bir şey sezdirmemeyi de başarıyor ve eski Türk düğünlerini anlatarak toy kızın zihnini kendi iradesi altında tutuyordu.
Program bu şekilde madde madde uygulandı. Elçi beyle hemşerilerini eğlendirmek için hiçbir zahmetten kaçılmamıştı. Bazı kadınların programa dahil olmayan numaraları ise gerçekten eğlenceliydi. Venedik hazinesinin altın kitabına adlarını yazdırma fırsatını kaçırmış olduklarını anlayan bu madamlar, şaraptan aldıkları ilham ve kuvvetle üç Türk’ten birinin özel hatıraları arasında yer almaya çalıştığı için programa bağlı oyunları geride bırakacak kadar etkileyici danslar yapıyordu. Akla ve hayale sığmaz sebepler icat ederek kendilerini elçinin, Deli Cafer’in ve Kara Kadı’nın kollarına atıyorlardı.
Onlar, ne bu kadınlara gönül düşürüyor ne de bu ilgiyle alay ediyorlardı. Sadece ağırbaşlı ve gururluydular. Düzinelerce kadın gözü, her çeşit sadakayı kabule hazır birer keşküle dönmüştü. Bu kadınların birçoğu, çeşit çeşit kelime oyunları yaparak aşk dilenciliğini açığa vurduğu halde elçi Kubat da denizci Türkler de temiz bir mermer kayıtsızlığı içinde kendi sohbetlerine devam ediyordu.
Saldırıya geçen kadınlar son hamlelerini dansa saklıyordu. Fakat Türkler, alafranga oyun bilmediklerini ileri sürerek dansa kalkmadıklarından o hamleler de ancak yüreklerde kaldı. Zaten vakit de ilerlemişti, tan yeri yavaş yavaş ağarmaya başlamıştı. Kubat Çavuş bu vaziyette, yaralı gönüllere merhem sürme inceliğini gösterdi, belindeki kuşağa takılı kutulardan ikincisini açtı, önündeki masaya birçok küçük şişe saçtı.
“Hanımlar,” dedi, “bu şişelerde memleketimin en güzel kokularından birer parça vardır, gelin, yağma edin!”
Ve çığlıklarla bölünen bir anda şişelerin yağma edilmesi üzerine iki elini göğsüne kavuşturarak şöyle bir açıklama yaptı:
“Gevşek davranıp yahut beceriksizlik edip koku alamayanlar benim konakladığım eve gelebilirler, diledikleri kadar koku alırlar. Şimdilik bize izin.”
Duçe, basit bir karşılama memuru gibi yan yan yürüyerek elçi beye yol gösterme kaygısına düştüğü sırada Kubat Çavuş, Deli Cafer’le Kara Kadı’ya ve Bafo’ya döndü.
“Buyurun öne geçin. Bize düşen ardınızdan gelmektir. Fakat sizi ve bizi saatlerdir nur içinde yaşatan küçük hanıma da yine görüşelim demeyi unutmayalım. Hepimizin yolu ayrı ama ulu Tanrı’nın ne yapacağı bilinmez. Ben İstanbul’a gideyim derken İngiliz adalarına düşerim, siz Fas yoluna dümen kırmışken Kıbrıs’a düşersiniz. Matmazel de Korfu’ya giderken İstanbul’a düşebilir.
Bafo gülümsedi.
“Böyle bir yanlışlığın,” dedi, “başıma gelmesini dilerim ekselans!”
“Umarım Tanrı bu içten dileğinizi duyar küçük hanım!”
Duçe’yle Kubat, iki deniz kurdunu büyük kanalın bir köşesinde bekleyen kayıklarına kadar geçirip oradan geri döndü. Elçi, ertesi gece için kendilerini yemeğe davet etmek istemişti. Deli Cafer, İtalyanca af diledi ve iyi rüzgar eserse yola çıkrnak istediklerini söyledi. Duçe, pek çabuk değil mi, diye söze karışmış ve onların hiç olmazsa on gün daha Venedik’te kalmalarını ricaya koyulmuştu. Türkler kısa bir cevap ile o uzun yalvarışı kesti, kayığa atlayıp açıkta demirli duran gemilerine doğru yollandı.
Kürekte üç Türk denizcisi vardı, denize duyurmadan kayığı uçuruyorlardı. Onların pençelerinde kürekler, nazik bir kola dönmüştü, açılıp kapanırken okşadıkları sevgiliyi bir öpücük kadar bile incitmiyordu. Kara Kadı, büyük kanala serpilmiş gondolların arasından süzülüp çıktıktan sonra Deli Cafer’in omzuna bir yumruk indirdi.
“Kubat Çavuş’la,” dedi, “neler konuştuğumuzu biliyorsun, değil mi?”
“Duymadım ama anladım!”
“Verdiğimiz kararı beğendin mi?”
“Beğenmeğe beğendim, lakin ava kim sahip olacak?”
“Kubat’a kalırsa Hünkar. Bana kalırsa biz!”
Deli Cafer, bir süre düşündükten sonra sağ elini ağır ağır kaldırdı, arkadaşının omzuna koydu.
“Hayır,” dedi, “Kubat da yanlış düşünmüş, sen de. Allah nasip eder de avı yakalarsak Manisa’ya götürelim. Doğacak güneş, batmak üzere olan güneşten daha hayırlıdır. Batacak güneşin ışığındaki hastalık da cabası!”
2. BÖLÜM
Taht Yolu mu, Baht Yolu mu?
Galerya adı verilen savaş gemilerinden biri, denize düşmüş bir yüzgeç ve şişman bir güvercin gibi Adriyatik’ten cilveli bir yalpalayışla süzülüp güneye doğru iniyor. Deniz, sanki heyecanlı bir göğüs, kabarıp kabarıp duruyor, titiz ve hırçın değil. Şu Galerya’yı yavaş yavaş sallanan beşiğe benzetmemiş olsa sakin bile sanılacak. Bu zararsız oynaklık gemide bulunanlara da gülüp oynamak ihtiyacı aşılamış olmalı ki güverte düğün salonunu andırıyor. Gülen gülene, oynayan oynayana.
Bu neşenin müdürü kaptan gibi görünüyorsa da gönüllerin başka bir kaynağa bağlı ve fikirlerin başka bir mihraba takılı olduğu belli. Kaptan, tapınaklardaki resmi önder durumunda. Cemaatin onunla değil, yüceliği ve gücüne inandığı tanrıçayla ilgilendiği belli.
Orada, o savaş gemisi güvertesinde tanrıça Venedik’te tanıdığımız Bafo’dır. Tüccarlık ve siyaset bakımından kötü durumdaki cumhuriyetin en şöhretli kaptanlarından Venyeri Loredano’nun kumandası altındaki bu kıvrak gemi, Duçe’yle Senato‘nun önemli emirlerini Korfu’ya Kıbrıs’a ve Girit’e götürmek için yola çıkarılmıştır. Loredano, aynı zamanda, Sinyorita Agripin Bafo’yu babasına teslim etme görevini de üzerine almış. Fakat Cumhuriyet, kendisinden birçok siyasi hizmet beklediği Bafo’nun yolda bir aşk kazasına uğramasından yahut hastalanmasından korktuğu için yanına birbirini kıskanan ve birbirinin aleyhinde yıllardan beri dolap çeviren asil ailelere mensup iki de muhafız katmış. Bunlardan birinin adı Viktor Suranço, öbürününki Piyetro Kapitano’dur.
Her iki asilzade, dediğimiz gibi, birbirinin kanına susamış durumdadır. Gerçi görünüşte dostturlar, hatta kardeş sanılacak kadar samimidirler. Lakin siyaset yolunda biri öbürüne daima kuyu kazmak, pusu kurmak ister. Vatanla ilgili herhangi bir konuda -belki bir asırdan beri- Suranço ve Kapitano ailelerinin dil birliği, fikir birliği gösterdikleri görülmemiştir. Onlardan birinin ak dediğine öbürü mutlaka kara der. Yalnız bir noktada Suranço çocuklarıyla Kapitano ailesi üyelerinin birleştiği görülmüştür. O da Loredanolulara düşmanlık! Venedik Duçesi’yle özel danışmanları işte bu gerçeği göz önünde tutarak ve Bafo’yu herhangi bir kazadan korumayı amaçlayıp Korfu’ya gidecek savaş gemisine Loredano ailesinden bir kaptan seçmiş, onu kontrol için de yanına Surançolardan, Kapitanolardan birer asilzade tayin etmişti.
O devirde İtalya’nın ne yaman bir ahlaksızlık