Yeryüzünün tarihi. Martin J. S. Rudwick
hedefliyorlardı. Doğanın yasaları ne kadar iyi anlaşılırsa, bireyler ve toplumlar, insani hedefleri ve amaçları doğrultusunda doğanın yapısını o kadar iyi bir şekilde kontrol edecek veya değiştirecekti. Bu nedenle fizik ve astronomi gibi bilimler model olarak alınmıştı. Altta yatan doğa kanunları ölçülebildiği ve matematiksel olarak ifade edilebildiği oranda kesinleşecekti, örneğin bir Ay/Güneş tutulmasının zamanı daha kesin bir şekilde tahmin edilecekti.
Oysa bu kitapta anlatılan buluşlar yeryüzünün derin tarihinin –ve dolayısıyla geleceğinin– basit ve öngörülebilir bir şekle indirgenemeyeceğini ortaya koydu. Dünya, belirli başlangıç koşullarında ve değişmeyen doğa yasaları altında, geçmişi ve geleceği tamamen belirlenmiş bir şekilde programlanmamıştı. Tabii, aslında dünyanın doğasındaki bileşenlerinin değişmeyen yasalara göre hareket ettiği varsayılıyordu. Örneğin sahildeki bir kayalığı aşındıran dalgaların gücünün, derin geçmişte, bugünküyle aynı fizik kuralları uyarınca işlediğine inanılıyordu. Ancak bu kıtanın ve bu okyanusun geçmiş tarihi ve olası geleceği bu tür tarihsel olmayan yasalardan çıkarılamadığı gibi, bütün olarak Dünya’nın geçmişinden ve geleceğinden hiç çıkarılamazdı. Bütün bu tarihlerin, gerçekte olanlardan günümüze kalan kanıtlardan yeniden canlandırılması gerekti. Topraklarda yaşayan ve denizaşırı ticaret yapan insanların tarihlerinin de bugünlere gelen belgelerden ve eserlerden canlandırılmasına çalışıldı. Başka bir deyişle, Dünya’nın derin tarihi, “tepeden tırnağa” doğanın kanunlarını uygulayarak değil, “aşağıdan yukarıya” tarihsel kanıtları bir araya getirerek yeniden oluşturulabildi. Dünya’nın derin tarihi anlaşılan, örneğin Ay’ın ve gezegenlerin Güneş’e göre hareketlerinin şaşırtıcı düzeyde doğru tahmin edilebilmesi yerine karmaşık, öngörülmez tesadüflerle dolu insanlık tarihini paylaşmıştı. Bu öngörülemeyen karmaşık konuların –en azından gezegenimizin yakın geleceğinde insanlığımızın rolü hakkında günümüzde yaşanan anlaşmazlıkların– daha fazla vurgulanmasına gerek bulunmamaktadır.
İnsanlık tarihi boyunca jeoloji, doğanın özünde tarihsel olduğu görüşünü geliştiren ilk bilimdi; ama sonuncu veya tek bilim değildi. Tam da jeologlar, örneğin Alplerin uzun ve karmaşık tarihini ortaya çıkarmadan, şu andaki halini anlamanın mümkün olmadığını kabul ederken, biyologlar ve özellikle meslek hayatına jeolog olarak başlayan Darwin, sonradan bitkilerle hayvanların günümüzdeki şekillerinin ve alışkanlıklarının da kendi evrimsel tarihlerini içerdiğini ve o tarihleri dikkate almadan tam olarak anlaşılamayacağını gösterdi. Aynı tür tarihsellik sonunda en büyük çaplı bilim tarafından da benimsendi. Kozmologlar artık rutin bir şekilde, yıldızların ve galaksilerin tarihlerini hatta varsayımsal Büyük Patlama’dan itibaren bütün evrenin tarihini, ilk kez jeologların yeryüzünün derin tarihi için geliştirdiklerine çok benzer yöntemlerle yeniden oluşturmaya çalışmaktadır.
Sonuç olarak bu kitabın, böyle bir kitabın olması gerektiği gibi, sadece kendi tarihsel araştırmalarıma değil, birçok ülkeden birçok tarihçinin, çoğu son yıllarda ve birçok dilde yayımlanmış araştırmalarına dayandığını vurgulamak istiyorum. Bunun vurgulanması gerekiyor çünkü bilim tarihçileri tarafından günümüzde yapılan araştırmalar birkaç saygın istisna dışında çoğu zaman kaygısızca göz ardı edilmekte veya en iyi ihtimalle, popüler bilim kitaplarının yazarları, televizyondaki bilim programları yapımcıları ve en önemlisi, kendi bilimlerinin tarihi hakkında görüş açıklayan bilginler tarafından yeterince kullanılmamaktadır. Anlaşılan hepsi de geçmişle ilgili olarak dönüp dönüp anlatılan efsanelerin, hiç cazip olmayan milliyetçi (ve cinsiyetçi) tatlarına kapılarak şunun veya bunun “babasını” öne çıkaran efsanelerin rahat ortamında kalmayı tercih etmektedir.
Günümüzde mevcut güvenilir tarihi araştırmaların boyutu dikkate alındığında, bu kitabın yazılması, öykünün ana özellikleri olarak gördüğüm şeyleri vurgulayabilmek için ciddi bir detay budaması yapılmasını ve odak noktasının keskinleştirilmesini gerektirdi. Bu kitapta geniş sosyal gruplar veya bütün olarak toplum içinde geçerli olan fikirler yerine özellikle, kendilerine bilgin demeye başlayan insanların iddialarına ve faaliyetlerine yoğunlaştım. Bu insanların keşfettiklerini iddia ettikleri şeylerin daha geniş kültürel etkilerine yalnızca kısaca değindim. Şimdi dünyanın her yerinde yeryüzü bilimcilerinin gezegenimizin derin tarihiyle ilgili çalışmalarının temelini oluşturan ana fikirlerin çoğunun ilk kez başka yerde değil de Avrupa’da geliştirilmiş olması da insanlık tarihi meselesidir. Bu nedenle, öykümün büyük bir bölümü 21. yüzyıl bilimlerinde giderek daha önemli bir rol oynayan ülkelere değil, Avrupa’nın kültürel ortamına odaklanmaktadır. (Eğer öykü büyük ölçüde erkeklerin faaliyetlerini anlatıyorsa bunun nedeni, eski dönemlerin tarihsel gerçeklerini yansıtmasıdır. Son 40-50 yılın daha detaylı bir tarihi, en azından bu bilim türünde, cinsiyetin giderek önemini yitirdiğini gösterecektir.)
Bu kitabın yaygın ve anlaşılır insan zihniyetinde büyük bir devrim yapmanın yanı sıra, modası geçmiş fikirlerin, en azından Aziz George ile Ejderha öyküsündeki geleneksel iyilik ve kötülük sembolleri kadar efsanevi bir hal alan iki canavar yani Bilim ve Din arasındaki ebedi anlaşmazlık efsanesinin bir kenara atılmasını sağlayacağını umuyorum.
1
Tarihi Bilime Dönüştürmek
Kronoloji Bilimi
“Zamanı anlayabiliriz: O, bizden yalnızca beş gün büyük.” 17. yüzyılda yaşamış İngiliz yazar Sör Thomas Browne dünyamızın, türümüzün ve zamanın kendisinin kökeni hakkındaki temel soruyu, neredeyse gelişigüzel bir tavırla bu şekilde özetleyerek yanıtlamıştı. Galileo ve Newton gibi bilim devlerinin yaşadığı bir çağda Batı dünyasındaki insanların çoğu, dindar olsun olmasın insanlığın Dünya ile hemen hemen aynı yaşta olduğuna kesin gözüyle bakıyordu. Ayrıca sadece dünyanın değil, bütün evrenin ya da kozmosun hatta zamanın bile insan hayatından çok da yaşlı olmadığına inanılıyordu.
Tevrat’ın ve İncil’in ilk kitabının giriş bölümünde Âdem’in yaratılış eyleminin altıncı günü, beş gün süren bir hazırlık sonrasında Tanrı, Sebt gününde dinlenerek ilk haftayı tamamlamadan önce oluşturulduğuna ilişkin kısa bir anlatı bulunuyordu. Browne’ın ve o dönemde yaşayanların, bu en eski geçmişle ilgili öyküyü güvenilir bulmaları için baskıcı bir Kilise’ye ihtiyaçları yoktu. (Zaten Reform ve Karşı-Reformla bölünmüş bir Hıristiyanlıkta, böyle bir inancı zorlayacak tam güçlü bir merci bulunmuyordu.) Dünya’nın, insan hayatı için gereken donanımın –Güneş ve Ay, gece ve gündüz, kara ve deniz, bitkiler ve hayvanlar– sahneye konması için gereken kısa bir başlangıç sonrasında, her zaman insan dünyası olması onlara bariz bir sağduyu gibi geliyordu. Sahneyi ileride yaşanacak insanlık dramına hazırlayacak olmanın dışında, insansız bir dünya onlara muhtemelen son derece anlamsız gelirdi. Bu nedenle Genesis’in onlara yeryüzünün kökeni hakkında gerçekleri anlattığından eminlerdi. Onun, yeryüzünün ilk çağlarını kayıt altına almış tek antik tarihçi olan Musa’nın elinden çıktığına inanıyorlardı. O tarihin ilk aşaması henüz ona tanıklık edecek veya hatırlayacak hiçbir insan olmadığı için Musa’ya (veya ondan önce Âdem’e) sadece yaratıcı tarafından aktarılmış olabilirdi. Üstüne üstlük, etraflarında dünyanın tarihinin başka bir şekilde geliştiğini gösterecek hiçbir şey yoktu.
Browne ve o dönemde yaşayan eğitimli veya eğitimsiz insanların çoğu, insanlık tarihinin doğa dünyasının tarihiyle neredeyse aynı uzunlukta olduğundan da emindi. Ancak bu tarihlerin çok kısa ve Dünya’nın çok genç olduğunu değil, aksine ikisinin