Yeryüzünün tarihi. Martin J. S. Rudwick
halde 17. yüzyılda yeryüzünün tarihi nitelik olarak, özellikle önemli olaylarla sınırlı yedi belirgin dönem dizisi olarak betimleniyordu ve kronoloji uzmanları bunların hepsini sayısal zaman çizelgesinde doğru tarihlendirmeye çalışmıştı. En önemlisi bu tarihin tamamı, giderek artan ilahi bir aydınlanma veya “vahiy” olarak algılanıyordu ama aynı zamanda büyük ölçüde insanlık tarihiydi. İnsan olmayan doğa dünyası genellikle sadece insanlık dramı için bir sahne, insanların hareketi ve kutsal girişim için neredeyse hiç değişmeyen bir fon ya da durum olarak değerlendiriliyordu. Doğa dünyasındaki olaylar sadece arada sırada insanlık tarihiyle ilgili kutsal veya seküler anlatılarda öne çıkıyordu. Örneğin, kutsal hikâyede, Kızıl Deniz’in suları geçici olarak çekilerek Yahudilerin, Musa’nın önderliğinde Mısır’dan göç ederek özgürlüklerine kavuşmalarını sağlamıştı. Aynı derecede uygun bir şekilde veya şans eseri, savaş halindeki Joshua (Yuşa) için Güneş “hareketsiz durmuştu” (Gerçi bunun ne anlama geldiği epeyce tartışma yaratmıştı). Daha sonra İsa’nın doğumuyla ölümünün, sırasıyla yeni bir yıldız ve depremle çakıştığı söylenmişti.
Doğa dünyası kutsal hikâyede sadece iki noktada belirgin bir şekilde ön plana çıkıyordu. Bu iki nokta bizzat Yaratılış ve Nuh Tufanı’ydı. 17. yüzyılda ikisi de farklı türde tarihsel yorumların odağı olmuş ve doğadan alınan materyallerle dolu metinlerin bilimsel incelemesini sınırlı ölçüde genişletmişti.
Birinci tür yorumlar altı “gün” ya da Yaratılış’ın aşamalarıydı. Genesis’teki kısa anlatım genellikle evren, yeryüzü, bitkiler ve hayvanlar, yani hep birlikte insan hayatının yaşadığı ortamı oluşturan şeylerin yapısı ve işlevleri hakkında o aşamada bilinenleri gözden geçirmek için bir taslak olarak kullanılıyordu. Bu yorumlar (“altı gün”ün Yunanca karşılığı “hexahemeral” veya “hexameral” olarak biliniyordu) İncil metninin asıl anlamı olarak algılanan görüşü izliyordu. Yeryüzünün en önemli özelliklerinin kökenine, gerçek zamanda geçen tutarlı tarihsel olaylar dizisiymiş gibi davranıyorlardı. Anlatının, adeta insanlık dramı başlamadan önce malzemelerin sahneye hangi sırayla yerleştirildiğini tarif ettiği düşünülüyordu. Yani insan hayatının içinde bulunduğu ortam hakkındaki bu tür görüşler yalnızca doğa tarihinin bir türü –doğanın envanteri veya sistematik tanımı– değil, aynı zamanda (günümüzde kullanılan anlamıyla) doğanın gerçek tarihi olduğunu iddia eden kökenlerin hikâyesiydi. Yaratılış’ın süresinin çok kısa olduğuna inanılsa da anlatı, bir dizi belirgin döneme bölünmüş kendi tarihinde doğa dünyasından bahsediyor (anlatının altı “gün”ü) ve insanların ortaya çıkmasıyla sonuçlanıyordu. Dünya tarihinin –öngörülen zaman çizelgesindeki bariz zıtlığa rağmen– bu şekilde algılanmasının önemli olayların benzer şekilde peş peşe geldiği ve yeni hayat biçimleriyle yeryüzünün derin tarihi hakkındaki modern görüşe çok benzediği yeterince açık olmalıdır. Bunu belirtmek, Genesis anlatısının bilimsel anlatının gerçekliğini önceden tahmin ettiğini iddia etmek anlamına gelmiyor. Sadece bunun 17. yüzyıldaki yorumlanış biçimi, yapısal olarak yeryüzünün tarihi hakkındaki modern görüşlere benziyor. Bu nedenle Genesis anlatısı, yeryüzü ve hayatı hakkında benzer şekilde tarihi olarak düşünmeyi kolay ve anlaşılır hale getirerek Avrupa kültürüne bunu önceden benimsetmiş oluyor.
Tarihsel Açıdan Nuh Tufanı
Nuh Tufanı ya da (sonradan Genesis kitabında anlatılan haliyle) Seli daha açık bir şekilde gerçek tarihsel olay muamelesi görmüştü. Kronoloji uzmanlarının hesaplarına göre bu tufanın tarihi, insanlık dramının başlamasından bin beş yüz yıl sonrasıydı. Yaratılış öyküsünün aksine, bunun detayları doğrudan kutsal vahiylere bağlı değildi. Gemide olan ve kendi gözüyle Tufan’a tanık olan Nuh’a ve ailesine kadar uzanan kesintisiz kayıt ve anılar aracılığıyla, Genesis’in yazarı olduğuna inanılan Musa’ya ulaşabilirlerdi. Yani Tufan öyküsü, ne olduğunu, nasıl olduğunu anlamaya çalışan bilginler tarafından detaylı bir şekilde analiz edilmişti. Tufan’ın mahvettiği insanlık dünyasının “selden önceki” halini yeniden canlandırmaya, Nuh’un ailesinin gemide felaketten nasıl kurtulup sağ kaldığını ve “selden sonra” insanlık dünyasının nasıl toparlandığını anlamaya çalışmışlardı. Ayrıca selin nedenini ve yeryüzünü, üzerinde yaşayan hayvanları ve diğer insan olmayan özelliklerini nasıl etkilediğini tahmin etme uğraşı içine girmişlerdi. Bütün bunlar kutsal metin esas alınarak yapılmıştı çünkü Genesis’in olayın tek gerçeğe uygun tarihsel kaydını içerdiğine inanılıyordu (Kutsal olmayan benzer öykülerin, örneğin Deucalion’un Yunan kayıtlarında yer alan sel öyküsünün, kutsal metinden türetilmiş ikinci el anlatımlar veya daha sonra oluşan yerel olayların hikâyesi olduğu düşünülüyordu).
Tufan öyküsünü bu şekilde analiz eden ve yorumlayan 17. yüzyıl tarihçileri arasında Alman Cizvit bilgini Athanasius Kircher iyi bir örnek oluşturmaktadır (tıpkı Ussher’ın kronoloji uzmanı örneği olarak alınması gibi). Kircher çok bilgili bir âlimdi ve Avrupa’da eğitimli okuyucularının ilgisini çeken çeşitli konularda eserler yayınlamıştı. Ussher gibi o da Latince yazmış, çalışmaların hepsinin erişilebilir olmasını sağlamıştı. The Subterranean World (Mundus Subterraneus, 1668) hakkındaki kapsamlı resimli kitabı, döneminin doğabilimleri hakkındaki yaygın bilgilerine dayanıyor ve fiziksel yeryüzünü dinamik ama hiçbir şekilde tarihin ürünü olmayan karmaşık bir sistem olarak tanımlıyordu. Örneğin, yanardağlar gibi yeryüzünün görünürdeki yüzeysel özelliklerinin onun görünmeyen iç yapısıyla nasıl bağlantılı olabileceği hakkında tahminler yürütmüştü (İtalya’ya gitmişti, bu yüzden Vezüv ve Etna yanardağları hakkında ilk elden bilgi sahibiydi).
Şekil 1.5 Kircher’in Tufan görüntüsü. Sel suları gemiyi Ağrı Dağı’nın zirvesinde (sağda) bırakıp geri çekiliyor. Benzer bir gravür Sel’i suların en yüksek noktaya çıktığı önceki bir konumunda, gemi, Kircher’in bildiği en yüksek sıradağ olan Kafkasların üstünde yüzerken göstermektedir (solda ortada). Bu canlandırmalar Genesis’teki öykünün metinsel kanıtı hakkındaki yorumunu, yeryüzünün fiziki coğrafyası hakkında bildiği doğal kanıtlarla birleştiriyordu. (Geminin burada ölçekli çizilmediğini gayet iyi biliyordu: Birçok modern bilimsel çizim gibi bu da Barok tarzında olsa da, bir resimdi.)
Bunu yaparken, kendi döneminde yaşayanlar arasındaki cerrahlar ve doktorların, insan bedeninin görünen parçalarının içerideki görünmeyen organlarla nasıl ilişki kurduğunu bulmaya çalışırken başvurdukları yöntemi kullanıyordu. Kircher yeryüzünün anatomisini ve fizyolojisini tanımlamıştı ama onu ilk yaratılışından beri önemli bir değişiklik yaşamamış ya da tarihi olmamış gibi tanımlamıştı.
Şekil 1.6 Kircher’in Tufan’dan önce ve sonraki “Varsayımsal Dünya Coğrafyası.” Onun dünya haritasının bu yarısı, varsayımsal olarak “selden önce” kara olan alanların, “selden sonra” sular altında kaldığını (olim Terra modo Oceanus) –bunların arasında kayıp kıta Atlantis de vardı ve burada İspanya’nın batısına yerleştirilmişti– ve aksine, eskiden sular altındayken şimdi kurak alan olan bölgeleri (olim Oceanus modo Terra) göstermektedir. Bu şekil Kircher’in, yeryüzünün coğrafyasının Tufan yüzünden önemli ölçüde değiştiği iddiasını göstermektedir. Yani yeryüzünün, en azından bu açıdan, gerçek bir fiziksel tarihi vardı. Kircher’in haritası (Merkatör projeksiyonuyla) o dönemdeki atlasları