1984. Джордж Оруэлл
ki?
Tele-ekranın saati on dördü vurdu. On dakika içinde çıkmak zorundaydı. On dört otuzda, işe dönmüş olmalıydı.
Nasıl olduysa saatin çalması, tuhaf bir şekilde onu yüreklendirmiş gibiydi. Kimsenin duymayacağı bir gerçeği söyleyen, yapayalnız bir hayaletti Winston. Ancak bu gerçeği söylemeye devam ettiği müddetçe, devamlılığı belirsiz bir şekilde de olsa kesilmemiş olacaktı. İnsanlığın mirasını taşımanın yolu, sesini duyurmaktan değil, aklını muhafaza etmekten geçiyordu. Tekrar masaya döndü. Kalemini mürekkebe batırdı ve şunları yazdı:
Geleceğe ya da geçmişe, düşüncenin özgür olduğu bir zamana. İnsanların birbirlerinden ayrı olduğu ve tek başına yaşamadığı zamana, gerçeğin var olduğu ve ortadan kaldırılamayacağı bir zamana:
Tekdüzeliğin çağından, yalnızlığın çağından, Büyük Birader’in çağından, çiftdüşünün çağından selamlar!
Çoktan öldüğünü düşündü. Asıl şimdi, yani düşüncelerini belirgin bir şekilde ifade etmeye başladığı anda, kesin bir adım attığını hissediyordu. Her eylemin sonucu, eylemin ta kendisine dâhildi. Şöyle yazdı:
Düşüncesuçu ölüme sebep olmaz. Düşüncesuçu ölümün ta KENDİSİDİR.
Artık kendisini ölü bir adam olarak görüyordu ve önemli olan şey, mümkün olduğunca hayatta kalmaktı. Sağ elindeki iki parmağında mürekkep lekesi vardı ve kendisini ele verecek olan işte böyle detaylardı. Bakanlık’taki işgüzar bir yobaz -muhtemelen bir kadın, ufak tefek açık kumral saçlı kadın ya da Kurgu Bölümü’ndeki siyah saçlı kız gibi biri- öğle arasında neden yazma gereği duyduğunu merak edebilirdi. Neden eski usul bir kalem kullanma gereği duyduğunu, NE yazdığını sorgulayabilirlerdi. Daha sonra gerekli yerlere çıtlatabilirlerdi. Banyoya gitti ve koyu kahverengi pütürlü sabunla elindeki mürekkebi dikkatlice ovaladı. Bu sabun cildini zımparalıyor gibiydi ve bu sebepten o anki amacına oldukça uygundu.
Günlüğü çekmeceye kaldırdı. Onu saklama düşüncesi, oldukça yersizdi. Ancak bu şekilde, en azından onu bulup bulmadıklarını anlayabilirdi. Sayfa arasına yerleştirilmiş bir saç teli, çok belli olurdu. Bunun yerine, beyazımsı tozdan bir tutam aldı ve kapağın köşesine sürdü, eğer kitap hareket ettirilirse toz dökülmüş olacaktı.
3
Winston rüyasında annesini görüyordu.
Annesi ortadan kaybolduğunda on on bir yaşlarında olduğunu tahmin ediyordu. Annesi uzun boylu, endamlı, oldukça sessiz bir kadındı. Hareketleri yavaştı ve şahane sarı saçları vardı. Babasının ise esmer, zayıf, her zaman temiz ve koyu renkli kıyafetler giyen gözlüklü bir adam olduğunu güç bela hatırlıyordu. (Winston, babasının ince tabanlı ayakkabılarını özellikle hatırlıyordu.) Anne ve babası, belli ki ellilerdeki ilk büyük temizliklerden birinde yok edilmişlerdi.
O sırada annesi, kucağındaki küçük kız kardeşiyle beraber altındaki derin ve karanlık bir yerde oturmaktaydı. Kız kardeşine dair hatırladığı çok az şey vardı. Minicik zayıf bir bebekti. Her zaman sessizdi ve kocaman dikkatli gözleri vardı. İkisi de Winston’a bakıyordu. Yer altında bir yerlerdeydiler. Bu yer, kuyunun dibi de olabilirdi, derin bir mezar da… Ancak her hâlükârda kendisinden oldukça aşağıdaydılar ve gittikçe daha da derinlere batıyorlardı. Batmakta olan bir geminin salonundaydılar ve kararmaya devam eden sulardan Winston’a bakıyorlardı. Salonda hâlâ hava olduğundan birbirlerini görebiliyorlardı. Ancak bu süre boyunca, yeşil sularda batmaya devam ediyorlardı ve iyice batıp gözden kaybolmaları an meselesiydi. Onlar ölümün derinliklerine doğru gömülürken Winston, ışıklı ve hava alan bir yerdeydi. Onların aşağıda olmasının sebebi, Winston’ın yukarıda olmasıydı. Hem Winston hem de annesi ve kardeşi bunu biliyorlardı ve Winston, bunu bildiklerini yüzlerinden okuyabiliyordu. Yüzlerinde ya da kalplerinde sitem yoktu. Winston’ın hayatta kalabilmesinin yolunun, onların ölmesinden geçtiğini biliyorlardı ve bu durumun hayatın akışında kaçınılmaz bir şey olduğunun farkındalardı.
Ne olduğunu hatırlayamıyordu. Ancak rüyasında annesinin ve kız kardeşinin yaşamının kendi yaşamı için bir şekilde feda edilmiş olduğunu biliyordu. İçinde rüyalara özgü sahnelerin olduğu ancak kişinin zihinsel yaşamının devamı niteliğini taşıyan, görüldüğü sırada bazı gerçeklerin ve fikirlerin farkına varılan, fark edilenlerin uyandıktan sonra dahi yeni ve değerli gibi geldiği o rüyalardan biriydi. O sırada Winston’ı aniden sarsan şey, annesinin yaklaşık otuz yıl önceki ölümüydü. Annesini artık söz konusu olmayan trajik ve hüzünlü bir şekilde kaybetmişti. Ona trajedi gibi gelen annesinin vefatının hâlâ mahremiyet, sevgi ve dostluk gibi kavramların olduğu ve aile üyelerinin sebebe ihtiyaç duymadan da birbirlerinin yanında bulunduğu o antik zamanlarda gerçekleşmiş olmasıydı. Annesinin hatırası, yüreğini paramparça etmişti çünkü kendisini severken öldüğünü biliyordu. Hâlbuki o sıralarda, aynı şekilde sevgisine karşılık veremeyecek kadar küçük ve bencildi Winston. Nasıl olduğunu hatırlayamasa da annesi, mahrem ve değişmez sadakat kavramı için feda etmişti kendini. Böyle şeyler artık söz konusu değildi. İçinde yaşadığı zamanlarda korku, nefret ve acı vardı. Duyguların yüceliği, derin ya da karmaşık hüzünler yoktu. Tüm bunları metrelerce derinlerden daha da derinlere batan annesi ile kız kardeşinin, yeşil suların arasından kendisine bakan iri gözlerinde görüyor gibiydi sanki.
Aniden kendini, eğik güneş ışınlarının zemini yaldızladığı bir yaz akşamında, kısa ve esnek bir çimenliğin üzerinde buluverdi. Etrafındaki manzarayı o kadar sık rüyalarında görüyordu ki bu yeri, gerçek dünyada görüp görmediğini merak etti. Bu yere, uyanık düşüncelerinde Altın Ülke adını verirdi. Tavşanların yemlendiği eski bir çayırdı burası ve içinden bir patika geçmekteydi. Yer yer köstebek yuvaları vardı. Arazinin karşı tarafındaki eski püskü çitlerin arasında hafif esintinin etkisiyle zarifçe sallanıyordu karaağaç dalları. Yaprakları ise tıpkı bir kadının saçı misali uçuşuyordu. Her ne kadar görüş alanının dışında olsa da yakınlarda bir yerlerde berrak, yavaş hareket eden, söğüt ağaçlarının altındaki gölet kısımlarında balıkların yüzdüğü bir dere vardı.
Siyah saçlı kız, çayırdan geçerek ona doğru geliyordu. Bir hamlede, sanki tek bir hareketle çıkardığı kıyafetlerini öylece bir kenara attı. Vücudu beyaz ve pürüzsüz olsa da Winston’da hiçbir arzu uyandırmıyordu. İşin aslı, kıza doğru düzgün bakmamıştı bile. O sırada kendisini hayrete düşüren şey, kıyafetlerini kenara fırlatırken yaptığı harekete duyduğu hayranlıktı. Bütünüyle bir kültürü, bir düşünce sisteminin tamamını zarafet ve umursamazlığıyla yok etmiş gibiydi. Sanki Büyük Birader, Parti ve Düşünce Polisi kolunun muazzam bir tek hareketiyle yokluğa doğru savrulabilir gibi geliyordu. Bu da antik zamanlara ait bir hareketti. Winston, dudaklarında “Shakespeare” kelimesiyle uyandı.
Tele-ekrandan yükselen kulak tırmalayıcı düdük sesi, aynı tonda otuz saniye devam etti. Saat sıfır yedi on beşti ve ofis çalışanları için kalkma vaktiydi. Winston vücudunu yataktan zorla çıkardı. Çıplaktı. Çünkü bir Dış Parti üyesi, yılda sadece üç bin giysi kuponu alabiliyordu ve bir pijama takımı altı yüz kupondu. Sandalyenin üzerinde duran, rengi soluk atletini ve şortunu aldı. Fiziksel Hareketler, üç dakika içinde başlayacaktı. Kısa süre sonra, kendisini neredeyse her sabah uyandıktan sonra esir alan, o vahşi öksürük nöbetine kapılarak iki büklüm oldu. Bu öksürük nöbeti, ciğerlerini öylesine boşaltmıştı ki tekrar nefes alabilmek için uzanması ve defalarca derin derin nefes alması gerekti. Öksürüğün etkisiyle damarları şişmişti ve varis ülseri kaşınmaya başlamıştı.
“Otuz