Pirinç Şişe. F. Anstey
Collingham’ın vasileri gönderdi. Onunla birkaç yıl önce Nakada’da kazı yaparken tanışmıştık. Bu konuda çok fazla bilgisi olmasa da kendine göre bir koleksiyoncuydu. Elindekilerin çoğu çöp ama biraz bilgili biri için makul rakamlara güvence altına alınmaya değecek birkaç parça var.”
“Sevgili Profesör,” diyerek araya girdi Horace. Böyle bir sorumluluğun altına girmekten hoşlanmamıştı. “Bahsettiğiniz çöplerden birkaçını toplamayacağıma dair garanti veremem. Oryantal antikalar konusunda bir bilgim yok.”
“St. Luc’te,” dedi Profesör, “bir amatöre göre, Mısır ve Arap sanatına ta ilk çağlardan beri olan aşinalığınızla beni etkilediniz.” (Eğer öyleyse, bu korkunç riyakârlığı karşısında Horace sadece müthiş bir utanç duyardı.) “Yine de omuzlarınıza ağır bir yük bindirmek istemiyorum. Katalogda göreceğiniz gibi, ilgilendiğim parçaları işaretledim ve teklifler için limitimi yazdım. Bu sebeple zorlanmayacaksınız.”
“Peki öyleyse,” dedi Horace. “Doğrudan Covent Garden’a gideceğim, sonra salondan sessizce çıkıp öğle yemeğimi yerim.”
“Pekâlâ, sizin için nasıl uygunsa. İşaretlediğim parçalar oldukça sık aralıklarla değişiyor gibi görünüyor ama bu yüzden öğle yemeğinizi ihmal etmeyin. Eğer siz orada değilken parçalar satılırsa hiç önemi yok. Yine de yazık olur tabii. Her halükârda, her partide gelen parçaları işaretlemeyi unutmayın. Belki de kataloğu iade ederken bana birkaç satır yazarsınız ya da bu akşam yemekten sonra bize uğrayıp müzayedenin nasıl geçtiğini söyleyebilir misiniz? Böylesi daha iyi olur.”
Horace bunun daha iyi olacağını düşündü ve akşam uğrayıp müzayedede olanları haber vereceğini söyledi. Geriye bir tek, bir veya iki parçayı alması durumunda vereceği depozitonun ayarlanması kalmıştı. O an cebindeki on sterlinden daha fazlasına ihtiyacı olduğu için, Profesör çantasından bir senet çıkararak değerli bir nesneyi kurtaran yardımsever bir insan edasıyla ona uzattı.
“Limiti aşmayın,” dedi. “Şu an daha fazlasını karşılayamam. Ayrıca Hammond’a benim adımı değil kendi adınızı verin. Satıcılar bu parçaların peşinde olduğumu öğrenirse sizi kovalarlar. Şimdi, özellikle zaman bu kadar hızlı akarken sizi daha fazla alıkoymamı gerektirecek bir durum olduğunu zannetmiyorum. Benim için elinizden gelenin en iyisini yapacağınız konusunda size güvenebileceğimden şüphem yok. Akşam görüşürüz.”
Birkaç dakika sonra, Horace seçebileceği en güzel atın arkasında çoktan Covent Garden’a doğru yola koyulmuştu. Tanışıklıklarını gerekçe göstererek Profesör ondan çok daha fazlasını isteyebilirdi, ayrıca rızasını da epey önemsemişti. Hem ne olmuş yani? Sonuçta bu adam Sylvia’nın babasıydı.
“Şansım yaver giderse,” diye düşünüyordu, “işaretlediği parçalardan en az bir ya da iki tanesini almalıyım. Eğer onu memnun edebilirsem, bu işime yarayabilir.”
Bu iyimser ruh haliyle Horace, Bay Hammond’ın ünlü müzayede odalarından birine girdi.
II
Ucuz Parça
Ventimore, Hammond müzayede odalarına tam öğle yemeği vaktinde varmış olsa da merhum General Collingham’ın mobilya ve eşyalarının satışının devam ettiği büyük ve tavan penceresiyle aydınlanan salon, generalin bu işin connoisseur’ü2 olduğunu kanıtlayacak kadar kalabalıktı.
Ellerinde kâğıt kalemleriyle, ancak Monte Carlo’da bir kumarhanede görülebilecek bir kayıtsızlık ve ihtiyatla oturan, içlerinden bir veya iki tanesi kadın olan profesyonel satıcılar, çoktan müzayede kürsüsünün altındaki dar, yeşil çuha masalarında yerlerini almışlardı. Etraflarında ise farklı tarzlarda, ticaretle uğraşan efendi görünümlü ve işlerinde iyi oldukları her hallerinden belli olan bir kalabalık vardı. Müzayedeci, salona hâkim bir kürsüye oturmuş, en övgü dolu yorumlar karşısında bile hiçbir coşku belirtisi göstermeden hukuki bir tarafsızlık ve ağırbaşlılıkla müzayedeyi yönetiyordu.
Camlı çatıdan vuran ekim güneşi, gaz lambalarını yeniden parlatıyor ve tozlu atmosferi altın sarısı bir renkle kaplıyordu. Ancak kalabalıktaki kayıtsızlık, müzayedecinin sakin, düzenli bir ses tonunda konuşması ve ara sıra, eşyalar taşınamayacak kadar büyük olduğunda görevlilere “Yeni parça baylar!” diye bağırması… Bunların hepsi Ventimore’un genellikle değişken ruh halini daha da bozmaktan başka bir işe yaramadı.
Horace’ın tek bildiği, koleksiyonun bütün olarak çok az bir değerinin olduğuydu. Ancak çok geçmeden Profesör Futvoye’un yanı sıra bekleyenlerin de değerli parçaların peşinde olduğu ve Profesör’ün satış için muhtemelen çok az fiyat biçtiği anlaşıldı.
Ventimore, tekliflerini olabilecek en akıllı şekilde yapsa da zaman ilerledikçe delikli bir cami feneri, oymalı ibrik veya eski porselen karo için rekabet öyle kızışmıştı ki kısa sürede Profesör’ün belirlediği limite ulaştı. Tek tesellisi, Profesör’ün tahmininin neredeyse iki katı olan meblağların bir şekilde el değiştirmesiydi.
Pazarlıktan ümidi kesen pek çok tüccar ve komisyoncu, küfürler mırıldanarak salonu terk etti; kalanların çoğu ise müzayedeye olan ilgisini kaybetmişti ve fırsat buldukça ucuz espriler yaparak kendilerini teselli ediyordu.
Satış yavaş yavaş devam ederken Horace yaşadığı hayal kırıklığı ve açlıkla kendini o kadar yorgun hissetmeye başlamıştı ki kalabalık azalınca yeşil çuha masalardan birine geçip oturdu. Bu sırada çöken alacakaranlık, tavandaki pencereleri arduvaz renge bürümüştü.
Birkaç adet sıkıcı Birman Buda’sı daha yeni açıkartırmaya çıkmıştı, dokuz pound ve altı peni için esrarengiz hilelerle yere serilmiş olmanın utancını yaşıyorlardı. Horace, sadece Profesör’ün işaretlediği son parçayı, ağız kenarına Hafız’a ait bir yazının oyulduğu gümüş işlemeli eski bir Pers bakır kâsesini bekliyordu. Limiti iki sterlin on şilindi; ancak Ventimore eli boş dönmemeye niyetliydi. Bu yüzden gerekirse fazladan para verip Profesör’e bundan bahsetmemeye karar verdi.
Kâse satışa çıkar çıkmaz teklif kısa süre içinde üç sterlin on şilin, dört sterlin, dört sterlin on şilin, beş sterlin, beş gineye yükseldi ve Horace’ın sağında oturan sakallı bir adam son meblağ karşılığında parçayı satın aldı. Ventimore elinden gelenin en iyisini yapsa da başarılı olamadı; artık burada kalmaya devam etmesi için bir sebep yoktu. Yine de yorgunluğundan ve hareket etmek istemediğinden oturmaya devam etti.
“Baylar, 254 numaralı parçayı alalım,” dedi müzayedeci mekanik bir ses tonuyla. “Mısır’a ait bir mumya kutusu… Ah! Özür dilerim, yanıldım. Bu yanlışlıkla katalogdan çıkarılan bir parça. Bugün burada satılan her şey, General Collingham’ındı. Bu parçaya 253a diyelim. Antika bir pirinç şişe. Çok ender bir parçadır.”
Görevlilerden biri şişeyi masaların arasına getirdi ve yorgun bir ifadeyle diğer taraftaki tüccarların önüne koydu.
Bu parça, ağzı bir tür metal tıpa veya kapakla kapatılmış, uzun ve kalın boyunlu, yaklaşık altmış santimetre boyunda şişkin gövdeli bir şişeydi. Yer yer kabuk bağlamış ve çukurlaşmış yüzeylerinde göze çarpan bir süsleme yoktu, bazı yerleri kazınmıştı.
Antika bir süs eşyası için pek çekici görünmüyordu ve burada sergilenen diğer önemsiz parçalar şişeyi alaya alıyor gibiydi.
Müzayedecilerden biri “Buna ne diyorsunuz efendim?” diye sordu, öğretmenini kışkırtmaya çalışan arsız bir çocuğa benziyordu. “Bu da diğerleri kadar ‘benzersiz’ mi?”
“Bu
2
Erbap, usta. (ç.n.)