Pirinç Şişe. F. Anstey
beklememi gerektirecek bir şey yok,” dedi Horace. “Çünkü kataloğa baktığında müzayedede olanlar hakkında bir fikir sahibi olacak. İstediği parçalar bütçesinden çok daha fazlasına satıldığı için hiçbirini alamadım.”
“Buna çok memnun oldum,” dedi Bayan Futvoye. “Çünkü çalışma odası bu tür tuhaf eşyalarla dolu ve evin her yerinin müze veya antika dükkânı gibi görünmesini istemiyorum. Onu, büyük ve şatafatlı bir mumya kutusunun salon için pek uygun olmadığına ikna etmek için elimden geleni yaptım. Lütfen oturun Bay Ventimore.”
“Teşekkürler,” diye mırıldandı Horace. “Ama kalmayayım. Profesör’e onu göremediğim için üzgün olduğumu iletebilirseniz ve depozito olarak bana bıraktığı bu senedi verirseniz çok sevinirim. Sizi bir daha rahatsız etmeyeceğim.”
Genellikle sosyal ortamlarda soğukkanlılığını koruyamazdı ama bu kez, çekingen bir çocuk gibi davranmasına neden olan utancı, ona karşı konulamaz bir evden kaçma arzusu hissettiriyordu.
“Saçmalamayın!” dedi Bayan Futvoye. “Eğer o gelene kadar sizi misafir etmezsem kocam çok kızar.”
“Gerçekten gitmem gerek,” dedi Horace, oldukça istekli görünüyordu.
Sylvia acımasız bir şekilde, “Bay Ventimore’a kalması için baskı yapmayalım anne, özellikle bariz şekilde gitmek istiyorken,” dedi.
“Eh, pekâlâ. Sizi alıkoymayacağım, en azından çok uzun bir süreliğine. “Giderken posta kutusuna benim için bir mektup atmanızın sakıncası var mı? Neredeyse bitmek üzere ve bu akşam göndermem lazım. Hizmetçim Jessie biraz üşütmüş, onu bu halde dışarı göndermek istemedim.”
Ne kadar gitmek istese de bunun üzerine kalmayı reddetmesi imkânsız hale gelmişti. Sadece birkaç dakika beklemesi gerekiyordu. Sylvia bu kısa süreyi ona ayırabilirdi. Zaten onu bir daha rahatsız etmeyecekti. Bayan Futvoye masanın başına geri dönünce o ve Sylvia odada yalnız kaldılar.
Horace ona çok da uzak olmayan bir koltuğa oturup nezaket gereği birkaç şey söylemişti. Sadece birkaç hafta önce Normandiya’da kendisiyle böyle çekici bir üslupta, samimiyet ve güven dolu bir edayla konuşan Sylvia’yla bu Sylvia’nın nasıl aynı kişi olabileceğine dair aklını kurcalayan düşüncelerle, olabildiğince tekdüze bir tonda konuşmaya çalıştı.
En kötüsü, siyah dantelin arkasından parlayan ince kolları ve arkasındaki lambanın cılız ışığında aydınlanan kestane rengi, ipek gibi yumuşak saçlarıyla Sylvia o akşam her zamankinden daha büyüleyici görünüyordu. Kaşlarındaki hafif çatıklık ve dudağının aşağı doğru kıvrılmış hali sıkıldığını gösteriyor gibiydi.
“Annem şu mektubu bir türlü bitiremedi,” dedi en sonunda. “Gidip acele etmesini söylesem iyi olacak.”
“Lütfen gitme, eğer benden kurtulmak istemiyorsan tabii.”
“Gitmek için can attığını zannediyordum,” dedi soğuk bir ifadeyle. “Hem ailecek bugün yeterince vaktini aldık.”
“St. Luc’te benimle böyle konuşmuyordun,” dedi.
“St.Luc’te mi? Haklı olabilirsin. Ancak gördüğün gibi Londra’da işler daha farklı.”
“Hem de çok…”
“İnsan yurtdışında biriyle, özellikle sosyalleşmeye epey yatkın biriyle tanıştığında,” diyerek devam etti Sylvia, “onları gerçekte olduklarından daha hoş bulmaya meyilli oluyor. Sonra onlarla tekrar karşılaştığında, onlarda tam olarak neyi beğendiğine şaşırıyor. İlk tanışmadakiyle aynı düşünceler içindeymiş gibi davranmanın bir anlamı yok çünkü er ya da geç gerçekler açığa çıkıyor. Anlatabiliyor muyum?”
“Çok iyi anlıyorum,” dedi Horace yüzünü buruşturarak. “Ancak bunu hak edecek ne yaptığımı merak ediyorum, lütfen söyle.”
“Ah, seni suçlamıyorum. Melek gibisin. Babam nasıl oldu da senden onun için bu kadar zahmete girmeni bekledi, aklım almıyor. Yine de onu kırmadın. Gerçi muhtemelen bundan nefret etmişsindir.”
“Aman Tanrım! Babana ya da ailenden birine bir faydamın dokunmasından ne kadar memnun olacağımın farkında değil misin?”
“Ah, elbette. Az önce içeri girdiğinde mutluluğun yüzünden okunuyordu. Bu işi bitirip bir an önce gitmek istediğin her halinden belliydi. Annemin mektubu bitirip seni azat etmesini iple çektiğinin gayet farkındayım. Bunu görmediğimi mi düşünüyorsun?”
“Diyelim ki haklısın, en azından söylediklerinin bir kısmında,” dedi Horace. “Bunu neden yaptığımı tahmin edemiyor musun?”
“O öğleden sonra, buraya ilk geldiğinde bunu neden yaptığını tahmin etmiştim. Annem bizi ziyaret etmeni istemişti ve nezaket gereği onu kırmadın, belki bizi yeniden görmenin güzel olabileceğini düşünmüş olabilirsin. Ancak ikisi aynı şey değil. O gün yüzünün aldığı şekli gördüm, son derece geleneksel, mesafeli ve sert bir tavrın vardı. Öyle olunca ben de mesafeli bir tavır takındım. Giderken bir daha hiçbirimizi görmemeye kararlı gibiydin. Bu yüzden babamın böyle bir şey için sana gelmiş olmasına çok öfkelendim.”
Bunlar gerçeğe o kadar yakındı ki, Horace yine de kendini açıklama yapmak zorunda hissetti.
“Belki de aramızdaki şeyi bu halde bırakmam gerekir,” dedi. “Ancak yapamam. Bunu söylememin hiçbir faydası olmayacağının farkındayım ama seninle tekrar karşılaşmanın benim için neden acı verici olduğunu söyleyebilir miyim? Değişmiştin ve kısa süreliğine de olsa bir arkadaşlığımız olduğunu unutmak istediğini, benim de bunu hafızamdan silmemi umduğunu düşündüm. Bunu yapmam mümkün değil. Seni suçladığımdan değil, yanlış anlama ancak bu durum beni çok etkiledi. Sonrasında zor zamanlar geçirdiğim için kendimi yeniden böyle bir acının içerisine sokmak istemedim.”
“Bu durum seni üzdü mü?” dedi Sylvia yumuşak bir sesle. “Ben de biraz üzüldüm, sadece biraz,” diye ekledi. Aniden, yüzünde bir gülümseme belirmiş ve gamzeleri meydana çıkmıştı. “O halde aramızdaki şeyi yoluna koymalıyız. Belki artık bizden uzak durmakta ısrarcı davranmazsın.”
Horace kasvetli bir surat ifadesiyle “Sanırım,” dedi. Gerçek düşüncelerini itiraf etmemeye kararlı görünerek, “Senden uzak durmam en iyisi olacak.”
Yarı kapalı gözleri uzun kirpiklerinin arasından parlayan Sylvia’nın göğsündeki menekşeler yere düştü. Kırgın ve gücenmiş bir ses tonuyla “Ne düşündüğünü anlamıyorum,” diyebildi.
O güne kadar çektiği acıları fazlasıyla telafi eden bu cazibeye teslim olmak ona tatlı geliyordu ancak ne olursa olsun artık yanlış anlaşılmayacaktı.
“İtiraf etmem gerekirse, sana ümitsizce âşığım,” dedi. “İşte şimdi sebebini biliyorsun.”
“Bunun, beni bir daha görmemen için geçerli bir sebep olduğunu düşünmüyorum. “Sence öyle mi?”
“Sana aşktan bahsetmeye hakkım yoksa evet, gayet geçerli bir sebep.”
“Az önce bana olan aşkından bahsettin ya?”
“Biliyorum,” dedi Horace pişmanlıkla. “Kendime hâkim olamadım, böyle bir niyetim yoktu ama ağzımdan kaçtı. Bunun ne kadar umutsuz bir aşk olduğunun çok iyi farkındayım.”
“Elbette, madem umutsuz olduğundan bu kadar eminsin, denememekte çok haklısın.”
“Sylvia! Yoksa… Yoksa umutsuz değil mi? Bunu mu ima ediyorsun?”
“Gerçekten