Şanlı Olaf. Robert Leighton
korkman için pek sebep yok,” dedi Thorgils. “Onun için pazardan alabileceği köleleriz ve bence yalnızca memleketlisi olduğumuz için bizi seçti. Babanın kim olduğunu öğrenseydi şüphesiz bizi Norveç’e götürmeyi planlardı. Ama mümkün değil. Estonya’da ikimizden başka Olaf Triggvison olduğunu bilen yok ve bu adamın öğrenmiş olması mümkün değil.”
Olaf bir süre sessiz kaldıktan sonra nihayet konuştu.
“Thorgils, seni kandıracak değilim. Bu adam kimin oğlu olduğumu biliyor ve ona bunu söyleyen bendim.”
Thorgils darbe almışçasına içini çekti.
“Sen mi söyledin?” diye bağırdı. “Ne düşüncesizlik! Sana hep bu sırrı saklaman gerektiğini söylemedim mi? Karşına çıkan ilk meraklı yabancıya hikâyeni anlatmanın nedeni neydi? Dilini tutamadın, şimdi de talihsizliğimiz öncekinden de fazla!”
“Benimle çok kibar konuştu,” diye açıkladı Olaf, “ve nasıl köle olduğumu sorduğunda cevap vermeyi reddedemezdim. Düşman olduğu aklıma gelmedi.”
“İnsanları anlama konusunda beceriksizsin Ole,” dedi Thorgils. “Gözlerinde çok geçmeden kalbindeki kötülüğü anlamanı sağlayacak bir bakış var, hem böyle tatlı dillilere güvenilmez. Ama düşüncesizliğinin işe yaradığı bir şey var; bizi tekrar aynı efendinin buyruğu altına getirdi, yani birlikte çalışırken kaçmayı beceremeyip bir Viking gemisine binemezsek yazık olur.”
“Yeni efendimiz bizi karada bir yere götürürse bu kolay olmaz,” dedi Olaf. “Bu adamların hiçbirinin üzerinde deniz izi yok, hepsi karacı.”
Thorgils gökyüzüne bakarak kutup yıldızını aradı.
“Güneye doğru gidiyoruz,” dedi biraz sonra.
“Güneyde hangi ülke var peki?” diye sordu Olaf.
Thorgils bilmiyordu. Ancak bazı tüccarların güneydeki Mikligard adında büyük bir şehrin kıyılarından geldiklerini hatırlıyordu; Norveçliler ona Constantinople diyorlardı ve yolculuklarının orada sona ereceğini tahmin ediyordu.
Sonra Olaf sessizce birlikte uyudukları adama yaklaştı ve onu uyandırdı.
“Söylesene,” dedi. “Bu efendimiz kim ve bizi nereye götürüyor?”
“Bilmiyorum,” diye yanıtladı genç. “Beni alalı üç gün oldu ve buralı olmadığımdan konuştukları dili anlayamıyorum. Memleketim denizin öteki tarafında.”
“Nerede?” diye sordu Thorgils.
“İngiltere’de.”
“Gerçekten de uzak olsa gerek,” dedi Olaf. “Öyle bir yeri daha önce duymamıştım.”
“Batı Denizi’nin karşı tarafında bir ada,” diye açıkladı Thorgils. “Adını sık duydum. Kral Erik Kanlıbalta orada yaşayıp ölmüş. Norveçli çoğu Viking, Anglusların zenginliklerini ele geçirmek için denizi aşıyor. Viking olsaydım ben de rotamı İngiltere’ye çevirirdim.”
“Ben de seve seve seninle gelirdim,” dedi İngiliz genç. “Şu anda kaçacak olsanız bile. Ama denizden uzağa gidiyoruz gibi görünüyor ve gemiye bineceğimiz konusunda pek umudum yok.”
“Kaçışımızı geciktirmezsek yeterince umut olur,” dedi Thorgils, kamp ateşlerinin yandığı yöne bakarak. Bir süre sessiz kaldıktan sonra elini yabancının koluna attı.
“Adın nedir?” diye sordu.
“Egbert,” diye yanıtladı oğlan.
“Peki nasıl oldu da Estonya’ya getirildin?” dedi Thorgils merakla.
Bunun üzerine Egbert hikâyesini anlattı. Dediğine göre Norhumberland’da doğmuştu. Zengin bir silahtar ve gümüşçü olan babası ülkenin o kısmına yerleşen Kuzeylilerden biri tarafından öldürülmüştü ve Edith adındaki annesi onu dul bırakan bir adamla evlenmişti. Adamın ismi Grim’di; oraları yöneten Erik Kanlıbalta’nın hizmetinde bir savaşçıydı. Kral Erik’in ölümü üzerine Grim ve diğer pek çok Viking, Kraliçe Gunnhild ve Erik’in oğullarının peşinden Norveç’e dönmüştü. Yanına karısını ve genç Egbert’i de almıştı. Edith, Norveç’e varacak kadar yaşamamış, oğlunun yüküyle uğraşmak istemeyen Grim de Egbert’i köle olarak satmıştı. Oğlan on yıl boyunca farklı efendilere esirlik etmişti ve sonuncusu Klerkon Düzyüz onu Estonya’ya getirmişti.
“Bunca yıldır tek dileğim,” dedi Egbert, “insanların Hıristiyan olduğu, pagan tanrılara tapmadığı İngiltere’ye dönmek. Çok kez kaçmayı denedim ama yanımda bir yoldaşım yok ve yabancı topraklarda genç halimle yol bulmak zor olduğundan hep başarısız oldum.”
“Kaç yaşındasın?” diye sordu Olaf.
“On beş yaz yaşadım,” diye cevapladı Egbert.
Thorgils ayağa kalkarak elini bir ağacın gövdesine yasladı ve iki yol arkadaşına göz attı.
“Bence,” dedi, “üçümüz bu yeni efendimizden şimdi, karanlık çökmüşken kaçarsak ve hep birlikte kıyıya dönmeye çalışırsak çok iyi olur. Küçük bir yelkenli alıp denizden Anglusların topraklarına doğru yola çıkabiliriz. Ne diyorsun Ole?”
Olaf bir süre sessiz kaldı. Nihayet şöyle dedi:
“Savaşabilecek kadar yetişene dek beklememiz daha akıllıca olur.”
“Kaçmaya çalışmayacak mısın yani?” diye sordu Thorgils.
“Hayır,” dedi Olaf sertçe. “İyi bir efendimiz var. Ne diye onu terk edelim?”
“Sırf sana iyi bir pelerin verdi diye onu iyi sanıyorsun,” dedi Thorgils alay edercesine, “ama inan bana, sana rüşvet vermesinin ardında gizli nedenler var. Sana ne yapmak istediğini tahmin edebiliyorum ve bak söylüyorum, şansımız varken kaçmazsan esef duyacaksın. İnsanların gerçek benlikleri yüzlerine yansısaydı keşke, o zaman bizi alan bu adamın kalbinin kötülüğünü görürdün.”
“Peki kaçmamız ne fayda sağlayacak?” diye sordu Olaf. “Daha çocuğuz, dünyada işe yaramayız bence.”
“Korkuyorsun!” diye bağırdı Thorgils.
“Evet,” dedi Egbert. “Korkuyorsun.” Ardından Thorgils’e dönerek devam etti. “Ama istemiyorsa neden ısrar edelim? Daha çocuk, bize ancak yük olur. Onu bırakıp kendi yolumuza gidelim.”
“Sen halkımızdan değilsin Egbert,” diye cevap verdi Thorgils, kuru yaprakların üzerine atlayarak, “ve üvey kardeşlik yemininin ne demek olduğunu bilmiyorsun. Benden ölsem yapmayacağım bir şeyi yapmamı bekliyorsun. Ole’yle aramıza ölüm girene dek ayrılmayacağız. Ve birimiz öldürülürse diğerimiz intikamını alacak. Ole yaşlanana kadar köle kalsa bile her daim yanında olacağım. Ama onsuz asla kaçmam!”
Söylenecek başka şey yoktu. Uzun yolculuktan dolayı yorgun düşen üç oğlan kıvrılarak uykuya daldı.
Genç Olaf öyle derin uyuyordu ki gece yarısı bir adamın elleri boynundaki zinciri açtığında uyanmadı. Adam dikkatle onu güçlü kollarına aldı ve ağaçların karanlık gölgelerinin arasına, ormanın kamp ateşlerinin olmadığı kısmına doğru götürdü. En sonunda çocuğu akarsuyun yanındaki kuru kamışlardan ve yosunlardan yatağa bıraktı; parlak ay ormandaki açıklığın arasından sızarak oğlanın yuvarlak yüzüne ve kısa, altın rengi saçlarına yansıyordu. Adam başında bekleyerek Olaf’ın çocuksu rüyalarını görmesini izledi. Sonra eğilip nazikçe pelerinini kenara çekti ve kıyafetinin önünü açtı, böylece ay ışığı beyaz boynunun ve göğsünün üzerine düştü.
Olaf birdenbire uyandı ve üzerine eğilen karanlık