Beyaz muhafız. Михаил Булгаков

Beyaz muhafız - Михаил Булгаков


Скачать книгу
başına bir şey gelmiş olabilir değil mi?”

      “Ah, Tanrım! Tren yolculuklarının bugünlerde nasıl olduğunu biliyorsun. Ben her istasyonda üç saat kadar beklediklerini düşünüyorum.”

      “Devrim, trenleri bu hale getirir. Yolda geçen her saat için iki saatlik rötar yapıyorlar.”

      Elena, derin bir iç çekip saate baktı. Bir süre sessiz kaldıktan sonra konuşmaya devam etti:

      “Tanrım, Almanlar bu kadar alçakça hareket etmeselerdi, her şey yolunda olacaktı. İki alay asker senin şu Petlyura’yı sinek gibi ezmek için yeterli olurdu. Ama hayır, Almanların nasıl pis bir ikili oyun oynadıklarını çok net görebiliyorum. Peki, şu bizim cesur müttefiklerimiz neredeler bu kadar zamandır? Domuzlar. Sadece söz versinler…”

      O ana kadar sessizliğini koruyan semaver aniden tısladı ve birkaç kömür, gri bir kül yığınının ağırlığı ile tablaya düştü. İki erkek kardeş gayriihtiyari sobaya doğru baktılar. Cevap oradaydı. “Müttefiklerin hepsi domuz” yazmıyor muydu, orada da?

      Yelkovan çeyrek saatin üzerinde durduğu anda, saat boğazını temizleyerek bir kez çaldı. Saatin sesine ön kapının hafifçe çınlayan zili cevap verdi.

      “Tanrıya şükür, Sergey geldi” dedi, Aleksey, neşeyle.

      “Evet, gelen o olmalı” diye onaylayan Nikolka, koşarak kapıyı açmaya gitti.

      Yüzü kızaran Elena da ayağa kalktı.

      Fakat gelen Talberg değildi. Çarparak kapanan üç kapı sesinin ardından merdivenlerden Nikolka’nın afallamış sesi duyuldu. Bir başka ses ona cevap verdi. Yukarı çıkan sesler, postal ve dipçik sesi tarafından bastırıldı. Ön kapıdan gelen soğuk hava akımı onlara ulaşırken Aleksey ve Elena karşılarında uzun boylu, geniş omuzlu, üzerinde topuklarına kadar uzanan bir palto ve apoletlerinde üsteğmen rütbesi anlamına gelen üç yıldız bulunan birini gördüler. Paltonun kapüşonu karla kaplanmıştı ve ucunda paslı bir süngü olan tüfek, lobinin tamamını kaplayacak kadar büyüktü.

      “Merhaba” dedi, gelen adam, boğuk tenor bir sesle. Soğuktan kaskatı kesilmiş elleriyle kapüşonunu çıkardı.

      “Viktor!”

      Nikolka, adama kapüşonunun ipini çözmesi için yardım etti. Kapüşon düşünce, rozetinin rengi solmuş bir subay şapkasının şeridi ortaya çıktı. Devasa omuzların üzerinde yükselen bu yüz, Teğmen Viktor Mişlayevski’ye aitti. Çok yakışıklı bir adamdı. Çok eski bir soya dayanan rahatsız edici derecede merak uyandıran bir güzelliği vardı. Yüzünü çekici kılan özellikler, her biri farklı renkteki ışıltılı gözler, kemerli bir burun, mağrur dudaklar, kusursuz bir alındı ve yüzünde kendisini başkalarından ayırmaya yarayacak bir işaret yoktu. Fakat sanki bir heykeltraş soylu bir yüz yapacakken aniden çılgın bir fikre kapılmış, bir kat çamuru sıyırıp bu erkeksi yüzü küçük ve kadınsı bir çene ile bırakmış gibi, çapraz bölünmüş bir çenesi ve kederle bir tarafı aşağı sarkmış bir ağzı vardı.

      “Nereden geliyorsun?”

      “Neredeydin?”

      “Dikkat et” diye yanıtladı, bu soruları Mişlayevski. “Yere düşürme sakın. İçinde bir şişe votka var.”

      Nikolka, cebinde bir parça gazeteye sarılmış şişenin gözüktüğü ağır paltoyu dikkatlice astı. Ardından ahşap bir kılıf içindeki otomatik Mavzer tüfeği askıya astı. Tüfek o kadar ağırdı ki geyik boynuzundan yapılma askı hafifçe sallandı. Ancak o zaman Mişlayevski Elena’ya doğru döndü. Onu öpüp konuşmaya başladı:

      “Kızıl Han bölgesinden geliyorum. Gece burada kalabilir miyim, Lena, lütfen? Bu gece eve kadar gidemem”

      “Tanrım, elbette kalabilirsin.”

      Mişlayevski aniden inleyip parmaklarına üflemeye çalıştı. Fakat dudakları bu isteği yerine getiremedi. Kaşları ve kırpılmış bıyıklarındaki karlar eridiği için yüzü ıslanmıştı. Ağabey Turbin, Mişlayevski’nin ceketinin düğmelerini çözdü, kirli gömleğini çekip çıkardı ve parmağını dikişlerin üzerinde gezdirdi.

      “Tabii ya… Tahmin etmiştim. Üstün bit kaynıyor.”

      “O halde banyo yapmalısın.” Endişeye kapılan Elena, bir an için Talberg’i unutmuştu. “Nikolka, mutfakta biraz odun var. Git de banyo kazanını yak. Ah, neden Anyuta’ya izin verdim ki? Aleksey, hemen Viktor’un ceketini çıkar.”

      Yemek odasındaki çinili sobanın önünde duran Mişlayevski, inleyerek bir sandalyenin üzerine yıkıldı. Elena oradan oraya koşturuyor, anahtarları şıngırdıyordu. Dizlerinin üzerindeki Aleksey ve Nikolka, Mişlayevski’nin baldırlarını sıkıca saran gösterişli dar botlarını çekip çıkardılar.

      “Biraz ağır olun… Pekala, acele etme…”

      Bacağına sarılı lekeli, pis tozlukları gevşettiler. Tozlukların altında bir çift leylak rengi ipek çorap vardı. Nikolka, soğuk hava bitleri öldürsün diye ceketi soğuk verandaya çıkardı. Mişlayevski, kirlenmiş pamuklu gömleği, üzerinde çapraz bantlı pantolon askıları ve altında binici pantolonu ile sıska, koyu, hasta ve acınası görünüyordu. Soğuktan donmuş avuç içlerini birbirine vurarak sobanın kenarını ovaladı

      “Haberler… Söylentiler… İnsanlar… Kızıllar…”

      “… Mayıs… Aşık olmak…”

      “Ne puşt adamlar bunlar!” diye haykırdı, Aleksey Turbin. “Bir keçe bot ve deri yelek de veremiyorlar mı?”

      “Keçe bot” Mişlayevski ağlayarak onu taklit etti. “Keçe…”

      Sıcaktan ellerine ve ayaklarına dayanılmaz bir ağrı girmişti. Mişlayevski, Elena’nın mutfağa doğru giden ayak seslerini duyduğu anda gözyaşları içinde öfkeyle haykırdı:

      “Tam bir hengameydi!”

      Acı içinde kıvranıp hırıldayarak yere çöktü ve çoraplarını göstererek inledi:

      “Çıkarın şunları, çıkarın…”

      Donmuş uzuvları çözülürken berbat bir ispirto kokusu duyuldu. Sadece ufak bir kadeh votka içen Mişlayevski anında kendinden geçti, gözleri puslandı.

      “Tanrım, sakın bana kesilmeleri gerektiğini söylemeyin…” dedi, acıyla sandalyesinde ileri geri sallanarak.

      “Saçmalama, elbette kesilmeyecekler. İyileşeceksin… Evet, başparmağın donmuş. İşte… Acısı geçecek.”

      Mişlayevski’nin katılaşmış tahta gibi elleri ağır ağır bir bornozun koluna girerken Nikolka çömelip ona bir çift temiz siyah çorap giydirdi. Yanaklarında kırmızılıklar beliren Teğmen Mişlayevski, temiz iç çamaşırları ve bornoz içinde yüzünü buruşturarak ısınıp hayata döndü. O sırada camlara vuran bir küfür dalgası da odayı çınlattı. Mişlayevski, öfkeyle gözlerini kısmış, birinci sınıf tren vagonlarındaki karargah personelinden Albay Şetkin’e, soğuk havadan Peltyura’ya, Almanlara ve kar fırtınasına küfürler yağdırıyordu. En hoyrat küfürleri de Ukrayna’nın kendi Ataman-lığına etti.

      Aleksey ve Nikolka, ısındığı için konuştukça çözülen ve çözüldükçe arada sevimli sesler çıkaran çenesini izliyorlardı.

      “Ataman! Orospu Çocuğu!” diye homurdandı, Mişlayevski. “Atlı süvariler neredeydi ha, sarayda mı? Biz de savunduklarımız için yollandık… Karla ve fırtınayla geçen günler… Tanrım! İşimiz bitti sandım… İki yüz metrelik mesafede aralıklı olarak tek sıra dizilmiş subaylar,


Скачать книгу