Beyaz muhafız. Михаил Булгаков
bir ışıkla aydınlanan yemek odasına geldi. Siyah renkli saat zamanı bildirdikten sonra aheste aheste çalışmaya devam etmişti.
Fakat Nikolka ve ağabeyi, başlardaki o neşe patlamalarının ardından çabucak dibe çökmüşlerdi. O neşeleri de ne olur, ne olmaz diye düşünerek Elena’nın hatırınaydı. Ataman’ın Harbiye Nazırı’nın takoz şeklindeki rütbe işaretlerinin, Turbin kardeşler üzerinde iç karartıcı bir etkisi vardı. Aslında o rütbelerden çok daha uzun zaman önce, tam olarak Elena’nın Talberg’le evlendiği gün Turbinlerin hayatında bir çatlak oluşmuş ve o günden beri güzellikler azar azar o çatlaktan sızarak ortadan kaybolmuş, geriye sadece nahoş şeyler kalmıştı. Bunun temel nedeni Kurmay Yüzbaşı Sergey İvanovich Talberg’in çift katmanlı gözlerinde yatıyor gibi görünüyordu…
Bu her ne kadar doğru da olsa, o gözlerin üst katmanındaki mesaj artık açıkça seçilebiliyordu. Sıcak, aydınlık ve güvenli bir ortamda her insanda bulunan bir hazdı bu. Fakat daha derinlerde, Talberg’in bu eve ilk girdiğinde yanında getirdiği yalın bir korku vardı. Her zaman olduğu gibi Talberg’in yüzünde doğal bir şekilde hiçbir şey görünmese de en derindeki katman, elbette gizliydi. Geniş, sımsıkı kemeri, –üniversite ve askeri akademiden– beyaz renkli iki mezuniyet rozeti, ceketinin üzerinde cesaretle parlıyordu. Duvardaki siyah saatin altında, güneşte yanmış yüzü, adeta bir robot gibi bir taraftan diğer tarafa döndü. Talberg fazlasıyla soğuk biri olsa da odadakilere şefkatle gülümsedi. Fakat bu şefkatli gülümsemede bile korkunun izleri vardı. Uzun burnu seğiren Nikolka bu korkuyu ilk hissedendi. Talberg ağır ağır konuşarak taşraya para taşıyan trenin kumandasının kendisinde oluşunu, şehrin yaklaşık kırk beş kilometre dışında, kimler olduğunu sadece Tanrı’nın bildiği kişiler tarafından nasıl saldırıya uğradıklarını anlattı. Bu sözleri duyan Elena’nın gözleri korkuyla kısıldı. Elena, Talberg’in rütbelerini sıkıca kavradı. İki erkek kardeşten de duruma uygun bir nida koptu. Mişlayevski ise yarı ölü vaziyette, altın kaplamalı üç dişini göstererek horlamaya devam etti.
“Kimlerdi? Petlyura’nın adamları mı?”
“Eğer onlar olsaydı” dedi, Talberg, küçümseyici olmakla beraber gergin bir gülümsemeyle. “Şu anda… eee… Sizinle konuşmam pek mümkün olmazdı. Kim olduklarını bilmiyorum. Bir avuç başıboş milliyetçi olmalı. Trene çıktılar ve ‘Bu kimin treni?’ diye haykırarak tüfeklerini salladılar. Ben de “Milliyetçilerin” diye cevap verdim. Sonra biraz daha takıldılar ve biri trenden inmelerini emredince hepsi ortadan kayboldu. Sanırım subay arıyorlardı. Muhtemelen muhafızın Ukraynalı olmadığını, sadık Rus subayları tarafından eğitildiğini sandılar.” Talberg, Nikolka’nın kolundaki çavuş rütbesine doğru manalı bir şekilde bakarak kafa salladı. Sonra saatine bakarak beklenmedik bir şekilde ekledi: “Elena, seninle bizim odada biraz konuşmamız gerek.”
Elena, yatağın üstünde Çar’ın beyaz koluna konmuş bir şahinin durduğu, yeşil abajurlu bir lambanın kendi yazı masasını aydınlattığı ve maun şifonyerin üzerinde duran bir çift bronz çobanın her üç saatte bir gavot çalan saati desteklediği yere, evin Talberglere ait olan bölümüne doğru apar topar kocasını takip etti.
Nikolka, koridorda sendeleyerek yürüyen, iki kez kapı eşiğine çarpan, ardından da banyoda uyuyakalan Mişlayevski’yi büyük çabalar sonucu uyandırmayı başarmıştı. Sonra da boğulmaması için onu gözlemeye devam etti. O sırada Aleksey Turbin, farkında olmadan karanlık oturma odasında dolaşıp duruyordu. Bir süre sonra Aleksey yüzünü pencereye yaslayarak dışarıdan gelen sesleri dinlemeye başladı: Bir kez daha uzaklardan ve sanki pamuğun içine sıkıştırılmış gibi boğuk, zararsız ve -artık bildik-silah sesleri duyuluyordu.
Kestane rengi saçlarıyla Elena, birden yaşlanıp çirkinleşmişt sanki. Kızarmış gözleri ve iki yana sallanan kollarıyla birlikte acınası bir halde, Talberg’in ona söylemek zorunda olduğu şeyleri dinlemeye koyuldu. Talberg, sanki geçit törenindeymiş gibi katı bir ifadeyle ona tepeden bakarak acımasızca konuşmaya başladı.
“Başka bir seçenek yok, Elena.”
Elena, kaçınılmaz olanı kabullenmiş bir ifadeyle cevap verdi:
“Oh, anlıyorum. Tabii, haklısın. Beş ya da altı gün içinde mi diyorsun? Belki o zamana kadar durum daha iyiye gider.”
Talberg bu sefer kendini gerçekten kötü hissetti. Yüzündeki o sabırlı, hiç kaybolmayan gülümsemesi bile yok oldu. Onun yüzü de yaşlandı. Yüzündeki bütün çizgiler, kararını vermiş olduğunu gösteriyordu. Elena’nın beş altı gün içinde, oradan birlikte ayrılacaklarına dair olan umudu hastalıklı ve acınası derecede yanlıştı…
Talberg devam etti: “Ben hemen gitmeliyim. Tren bu gece saat birde hareket ediyor…”
Bu konuşmadan yarım saat sonra şahinli odadaki her şey altüst olmuştu. Yerde bir bavul vardı. Bavulun destekli iç bölmesinin kapağı açıktı. Elena, dudaklarının kenarındaki kırışıklıklarla bitkin ve ciddi görünüyor, sessiz sedasız gömlekleri, iç çamaşırlarını ve havluları bavula dolduruyordu. Dizlerinin üzerine çökmüş olan Talberg, el yordamıyla şifonyerin en alt çekmecesinde anahtarlarını arıyordu. Çok geçmeden oda, toplanıp orayı terk etmenin, hatta daha da kötüsü abajurun yerinden çıkarılmasının neden olduğu perişan bir görüntüye büründü. Bir abajur asla ama asla yerinden sökülmemeli. Abajur kutsal bir şeydir. Tehlikeden kaçıp bilinmezin içinde kaybolan bir sıçan gibi. O abajurun gölgesinde kitap oku ya da kestir; bırak fırtına dışarıda uğuldasın ve onlar gelip seni alana kadar bekle.
Talberg kaçıyordu. Doğrulup ağır bavulun altına saçılmış yırtık pırtık gazete parçalarını ayaklarının altında ezdi. Uzun paltosunu giydi, kulaklıklı siyah sade kalpağını ve gri-mavi Atamanlık rozetini taktı. Kılıcı da belindeydi.
Şehrin 1 No’lu yolcu istasyonunun uzun yol peronunda tren yerini almıştı, fakat lokomotifi ortada yoktu. Bu haliyle başı olmayan bir tırtıl gibi görünüyordu. Tren, her biri beyaz elektrik ışığıyla kör edici bir parlaklığa sahip dokuz vagondan oluşuyordu. Gece saat birde hareket etmek ve General Von Bussow ile garnizonunu Almanya’ya götürmek üzere hazırdı. Talberg’i de yanlarında götürüyorlardı; o doğru karargahı etkilemişti… Ataman’ın vekilliği, budala ve sefil bir komik opera gibiydi (Tal-berg kendisini keskin ve sıradan terimlerle ifade etmeyi severdi) tıpkı Ataman’ın kendisi gibi. Çünkü her şey gittikçe daha da sefilleşiyordu…
“Bak, hayatım (fısıltıyla) Almanlar Ataman’ı sallantıda bırakıp gidiyorlar ve Petlyura’nın ilerleme ihtimali fazlasıyla yüksek… Bunun ne anlama geldiğini biliyorsun…”
Elena bunun ne anlama geldiğini biliyordu. Elena hepsini çok iyi biliyordu. 1917 yılının Mart ayında, kırmızı kol bandı takma olayını askeri akademiye ilk rapor eden kişi Talberg olmuştu -gerçekten ilk. Bu, şehirdeki bütün subayların Petersburg’dan gelen haberler karşısında adeta taş kesilerek olan biteni duymamak için karanlıklara saklandıkları, devrimin o ilk günlerinde olmuştu. Devrimci Askeri Komite’nin bir üyesi olarak, meşhur General Petrov’u tutuklayan da Talberg’den başkası değildi. O çok önemli yılın sonlarına gelinirken şehirde hem tuhaf, hem de harika şeyler yaşandı ve birtakım kişiler ortaya çıkmaya başladı –ayaklarında botları olmayan fakat şalvar adı verilen bol, çuval gibi Ukrayna pantolonları, asker parkalarının altından bile fark edilen insanlar. Bu kişiler şehri hiçbir şekilde terk etmeyeceklerini, çünkü savaşın onların meseleleri olmadığını ve şehirde kalmak istediklerini ilan ettiler. Bunun son derece yersiz olduğunu ve sefil bir komik operadan farksız olduğunu düşünen Talberg çok sinirlenmişti. Ve bir noktaya kadar haklı da çıkmıştı: Sonuçlar operayla benzerlik taşıyordu, fakat akan kanın çokluğuna