Beyaz muhafız. Михаил Булгаков
hepsi biliyordu (bir şeyleri bilindiğini gösteren kahkahalar) -ve sahneye çıkabilirdi. La Scala’da ve -Bolşevikleri tiyatro salonunun dışındaki alanda bulunan sokak lambalarının direklerinde sallandırmaya başlar başlamaz- Moskova’da, Bolşoy’da şarkı söyleyebilirdi. Bir keresinde Zhmerinka’da Kontes Lendrikov ona aşık olmuştu, çünkü Epithalamion’u söylerken Do yerine Mi’ye kadar çıkmış ve beş ölçü boyunca o seste kalmıştı. ‘Beş’ dedikten sonra Şervinski başını hafifçe eğerek utangaç bir şekilde etrafına bakındı. Sanki bu hikâyeyi kendisi değil de bir başkası anlatmalıymış gibi bir ifadesi vardı.
“Mmm, evet. Beş ölçü. Pekala, hadi yemek yiyelim.”
Şimdiyse oda duman bulutlarıyla kaplanmıştı…
“Senegalli askerler nerede? Hadi ama Şervinski, sen karargahtasın. Neden orada olmadıklarını söyle bize. Lena hayatım, hadi biraz daha şarap iç, hadi. Her şey yoluna girecek. Gitmekle doğru olanı yaptı. Don’a kadar gidecek ve Denikin’in ordusuyla birlikte geri dönecek.”
“Geliyorlar” dedi, Şervinski, titrek bir sesle. “Destek kuvvetleri yolda. Size söyleyeceğim önemli haberlerim var. Bugün Kreşçatik’te kendi gözlerimle Sırp konakçı subaylarını gördüm ve en geç birkaç gün içinde de iki Sırp Alayı şehre gelecek.”
“Bir dakika, emin misin?”
Şervinski’nin yüzü kızardı.
“Evet, eminim. Onları kendi gözlerimle gördüm diyorum. Bence bu soru çok yersiz oldu.”
“İyi, güzel de, sadece iki alay neye yetecek?”
“İzin ver de sözümü tamamlayayım. Prens bugün bana şahsen askeri nakliye gemilerinin Odessa Limanı’nda askerleri indirmeye çoktan başladığını söyledi. Yunan askerleri ve Senegal’den iki tümen gelmiş. Yalnızca iki hafta daha kendi başımıza dayanmamız gerekiyor. Ondan sonra Almanların o küstah suratlarına tükürebiliriz.”
“Dönek piçler.”
“Eğer bunların hepsi doğruysa Petlyura’yı yakalayıp asmamız uzun sürmez! Sallandıracağız onu!”
“Onu bizzat ben silahımla vurarak onu öldürmek isterdim.”
“Bir de ellerimle boğmak. Sağlığınıza beyler.”
Birer içki daha. Artık herkesin kafası dumanlanmaya başlamıştı. Üç kadeh içen Nikolka, mendil almak için odasına koştu. Holden geçerken (insanlar kendilerini izleyen hiç kimse olmadığında doğal davranırlar) portmantonun üzerine yığıldı. Orada Şervinski’nin parlak altın kabzalı, kavisli kılıcı asılıydı. İran Prensi’nden bir hediye. Şam bıçağı. Tabii bunu ona veren bir prens falan yoktu. Kılıç da Şam işi falan değildi, ama yine de son derece kaliteli ve pahalı bir kılıçtı. Kılıfının içinde asılı, çirkin bir mavzer, onun yanında da Karas’ın mavi çelik namlulu otomatik Steyr’ı duruyordu. Nikolka tutunmak için kılıfın o soğuk ahşabına doğru seyirtirken parmakları mavzerin ölümcül namlusuna dokunduğunda heyecandan neredeyse gözyaşlarına boğulacaktı. Birden içinde dışarı çıkıp savaşmak için derin bir arzu duydu. Şimdi, şu dakika şehrin dışındaki karla kaplı tarlalarda. Harbiyeli akranları karanlıkta kar ve tipi altında soğuktan donarken sıcak bir evde oturup votka içtiği için kendinden utandı. Karargahtakiler akıllarını kaçırmış olmalılardı -müfrezeler hazır değildi, öğrenciler eğitimli değillerdi, Senegallilerden henüz hiçbir iz yoktu. Ayrıca onlar muhtemelen çizmeler kadar siyahlardı… Tanrı aşkına, o halde bu soğukta donarak öleceklerdi -neticede onlar sıcak iklime alışıklardı, öyle değil mi?
“Ataman’a gelince…” Aleksey Turbin bağırıyordu. “İlk önce onu sallandıracağım! Son altı ayda bizi aşağılamaktan başka hiçbir şey yapmadı. Ukrayna’da sadık bir Rus Ordusu kurmamızı engelleyen kimdi? Ataman. Şimdi de işler kötünün daha da kötüsü bir hale geliyor, bütün olanlardan sonra bir Rus Ordusu kurmaya başladılar. Düşman artık çıplak gözle görülebilecek kadar yakına geldi. Biz bu saatten sonra askerleri toparlamak, birlikler oluşturup karargahlar kurmak zorundayız. Üstelik bunu bir de olaylar tam bir keşmekeş halini aldıktan sonra yapmak durumundayız! Tanrım, tam bir ahmaklık!”
“Panik havası estiriyorsun” dedi, Karas, soğuk bir ifadeyle.
Karas’ın bu çıkışı karşısında Turbin küplere bindi.
“Ben mi? Panik mi yaratıyorum? Sen gerçeklere öylece gözlerini kapatıyorsun. Ben ortalığı velveleye veren tipte biri değilim. Ben sadece içimi döküyorum. Panik mi? Korkma. Ben yarın gidip senin şu Topçu Alayı’na kaydımı yaptırmaya çoktan karar verdim bile. Ve de senin şu Malişev, beni bir doktor olarak almayı kabul etmezse, kendimi erlerin arasına kaydettireceğim. Bütün bunlardan bıktım usandım artık! Panik değil bu…” Boğazına bir parça salatalık takıldı. Şiddetli bir şekilde öksürmeye ve tıkanmaya başladı. Nikolka da sırtına vurarak ona yardım etmeye çalıştı.
“Çok güzel!” Karas masaya vurarak araya girdi. “Erlerin arasına diyor bir de –seni iyileştirelim de alay doktoru ol sen.”
“Yarın hep birlikte gideriz” diye mırıldandı, sarhoş haldeki Mişlayevski. “Hep birlikte. I. Aleksander Lisesi’ndeki sınıfımızın hepsiyle birlikte. Yaşasın!”
“O tam bir pislik” diye devam etti, Turbin. Sesinde nefret vardı. “Neden doğru dürüst Ukraynaca bile konuşamıyor beyefendi! Şerefsiz! Önceki gün o piç Kuritski’ye bir soru sordum. Geçen Kasım ayından beri ne hikmetse beyimiz Rusça konuşmayı unutmuş. Adını da değiştirmiş, kulağa Ukraynaca gelsin diye. Ben de ona Ukraynaca’da ‘kedi’ nasıl söyleniyor diye sordum, ‘kit’ dedi. Ben de peki ‘kit’ kelimesinin Ukraynacası ne diye sordum. Bu onun işini bitirdi. Kaşlarını çattı, ama tek kelime edemedi. Artık bana günaydın bile demiyor.” Nikolka gürültülü bir kahkaha kopardı.
“Seferberlik, ha!” diye devam etti, Turbin. Yüzünde acı dolu bir ifade vardı. “Dün polis karakollarında neler olup bittiğini görmemiş olmanız çok kötü. Bütün karaborsacılar, emir yayınlanmadan üç gün önce seferberlikten haberdardı. Buna ne diyorsunuz? Üstelik her birinin ya fıtığı ya da ciğerlerinde leke vardı. Bu hastalıkları uyduramayanlar da yer yarılmış da içine girmiş gibi ortadan kayboldular. Ve bu, arkadaşlar çok kötü bir işaret. Eğer seferberlik resmi olarak duyurulmadan önce bu bilgi ortalıkta dolaşıyor ve bütün kaytarıkcıların bundan sıyrılma şansı oluyorsa, durum gerçekten çok kötü demektir. Ah gerizekalı ah! Geçen Nisan’da Rus subayları ile güçlendirilmiş birlikler kurmamıza izin verseydi, şimdiye kadar Moskova’yı almış olurduk. Anlamıyor musunuz? Sadece burada, bu şehirde elli bin gönüllü adamdan bir ordu kurabilirdi, hem de ne ordu! En iyilerden oluşan, birinci sınıf bir ordu. Bütün yedek subaylar, bütün öğrenciler ve liseliler, bütün subaylar ki şehirde onlardan binlercesi var, memnuniyetle böyle bu oluşuma katılırlardı. Sadece Petlyura’yı Ukrayna’dan atmakla kalmaz, şimdiye kadar Moskova’ya kadar gider ve Troçki’yi de sinek gibi ezerdik. Şu an Moskova’ya saldırmanın tam sırası olurdu, artık kedileri bile yiyecek kadar düşmüşler. Ve orospu çocuğu Ataman Skoropodski Rusya’yı kurtarabilirdi.”
Turbin’in yüzü kızarıp lekelenirken sözcükler ağzından ince bir salya tabakasıyla beraber ortalığa saçılmaya başladı. Gözleri yanıyordu.
“Hey, sen doktorluk falan yapma, senin Savunma Bakanlığı yapman gerek. Ciddi söylüyorum” dedi, Karas. Yüzünde ironiyle karışık bir gülümseme vardı, fakat Turbin’in konuşması onu hem memnun etmiş, hem de heyecanlandırmıştı.
“Aleksey toplantıların olmazsa olmazıdır, tam bir hatip” dedi, Nikolka.
“Nikolka, sana