Beyaz muhafız. Михаил Булгаков
inceliyor ve lamba ayaklığı olarak işlev gören Mısır Kraliçesi’ne doğru pis pis sırıtıyordu. Duvarda Vasilisa’nın boynunda Aziz Stanislav nişanı bulunan atalarından biri dehşetle banknotlara bakıyordu. Yanı başlarında Brockhaus ve Ephron’un ansiklopedisinin yeşil ve siyah ciltleri geçit törenindeki atlı muhafızlar gibi dururken Gonçarov ve Dostoyevski kitaplarının sırtları da yeşil ışıkta hoş bir şekilde parlıyordu. Hem konforlu, hem de güvenli bir dünya.
Duvar kağıdının altındaki gizli yere yüzde beş oranlı hazine bonolarıyla birlikte on beş tane Çar dönemine ait 1000 rublelik banknot, dokuz tane 500 rublelik banknot, yirmi beş tane gümüş kaşık, altın bir saat ve zincir, üç tane sigara tabakası (üzerinde ‘Kıymetli meslektaşımıza’ yazıyordu, fakat Vasilisa sigara içmiyordu), elli tane 10 rublelik madeni para, iki tane tuzluk, altı kişilik gümüş yemek takımı ve gümüş bir çaydanlık gizlemişti. İkinci gizli bölme daha büyüktü. Odunluğun dışındaki kapı girişinden iki adım ileri, bir adım sola, sonra da duvardaki kalaslardan birinin üzerindeki tebeşirle işaretli yerden bir adım ileri. Her şey, daha öncesinde içinde Einem marka bisküviler bulunan teneke kutuların içine konulmuş, dikiş yerleri katranla kaplı muşambayla sarılmış ve bir buçuk metre derine gömülmüştü.
Üçüncü gizli bölmesi ise tavan arasında, bacanın 1,80 m. kuzeydoğusunda, sıvanın içindeki bir oyuktaydı. Burada bir şeker maşası, 183 tane 10 rublelik altın para ve parasal değeri yirmi beş bin rublelik hazine bonosu vardı.
Lebid-Yurçik, günlük masraflar içindi.
Vasilisa paralarını her saydığında hep yaptığı gibi etrafına bir göz gezdirdi. Parmağını yalayıp bir deste sahne parasını saymaya başladı. Derken bir anda rengi bembeyaz oldu.
“Kalpazanlık” diye gürledi, öfkeyle kafasını sallayarak. “Kepazelik!”
Vasilisa’nın suratı asıldı. Mavi gözleri dik dik bakmaya başladı. Onluk banknotların üçüncü destesinde bir sahtecilik vardı. Dördüncüsünde iki, altıncısında iki, dokuzuncu destede ise art arda üç tane banknot tam olarak Lebid-Yurçik’in onu hapse attırmakla tehdit ettiği türdendi. Toplamda yüz on üç adet banknot vardı ve sekiz tanesinde bariz kalpazanlık belirtileri bulunuyordu. Bu paralardaki köylünün gözlerinde neşeli değil, kasvetli bir bakış vardı. Yeterince tırnak ve iki nokta işareti yoktu ve kağıtları Lebid’inkilerden daha iyiydi. Vasilisa içlerinden birini eline alıp ışığa doğru tuttu. Lebid’in imzasının üzerinde yapılan belirgin sahtekarlık kağıdın diğer tarafında belirdi.
Vasilisa yüksek sesle kendi kendine, “Bunlardan birini yarın arabacıya vereyim” dedi. “Çarşıya da gideceğim zaten. Orada o kadar incelemiyorlar paraları.”
Sahte paraları arabacıya ve çarşıya vermek üzere dikkatlice bir kenara ayırıp geri kalanları yine anahtarlarını şıngırdatarak çekmeceye kilitledi. O anda yukarıdan gelen ayak seslerini duyunca ürperdi. Ölümcül sessizliği, kahkahalar ve bastırılmış sesler bozuyordu. Vasilisa, II. Aleksander’a dönerek,
“Görüyorsun ya, hiç rahat yok…” dedi.
Üst kat yeniden sessizliğe bürünmüştü. Vasilisa esneyerek bir tutam bıyığını okşadı, penceredeki kilim ile havluyu indirip oturma odasının ışıklarını açtı. Bu ışık, gramofunun üstünde mat bir yansımaya dönüyordu. On dakika sonra ev bütünüyle karanlığa gömülmüştü. Vasilisa fare, küf ve uyuyan huysuz bir çiftin kokusunun hakim olduğu yatak odasında karısının yanında uykuya daldı. Rüyasında Lebid-Yurçik atıyla çıkageliyor, ellerinde iskelet anahtarları olan bir hırsız çetesi de onun gizli zulasını buluyordu. Bir kupa valesi sandalyenin üzerine çıkıp Vasilisa’nın bıyığına tükürüyor, ona yakın mesafeden ateş ediyordu. Vasilisa soğuk terlerle çığlık çığlığa uyandığında ilk duyduğu şey, yemek odasındaki bir paket peksimeti yiyen fare ailesinin sesleri oldu. Onun ardından üst kattan, halıların ve tavanın arasından kahkahalar ve bir gitarın hoş sesi duyuldu… Aniden üst kat zemininden alışılmadık güçte ve tutkuda bir ses yükseldi. Gitar, marş ritmi çalmaya başlamıştı.
Vasilisa sesleri duymamak için çarşafların arasına girerken, “Yapılacak tek şey var, onları apartmandan atmak” dedi. “Terbiyesizlik bu. Gece de rahat yok, gündüz de.”
Harbiyeliler
Uygun adım geliyor
Kılıç sallıyor
Marş söylüyor
“Yine de iyi düşünmeli… Kötü günler geçiriyoruz. Onları buradan atarsak yerlerine kimi alacağız? Bunlar en azından asker ve bir şey olursa bizi korurlar… Kışt!” Vasilisa hareket eden fareye kızgın bir şekilde bağırdı.
Gitar sesi…
Yemek odasındaki şamdanda dört tane ışık yanıyordu. Mavi renkli alev flamaları gibi. Verandaya açılan ikili pencereler, krem renkli perdelerle sıkı sıkıya örtülmüştü. Taze sera çiçeği demetleri, beyaz masa örtüsüyle tezat oluşturuyordu. Masanın üzerinde üç şişe votka ve ince şişelerde beyaz Alman şarabı vardı. Uzun ayaklı bardaklar, kesme kristal vazolarda elmalar, limon dilimleri, her tarafta ekmek kırıntıları, çay…
Koltukta buruşturulmuş bir Peep-show mizah dergisi sayısı. Kafaları çok karışıktı. Ruh halleri bir an sebepsiz bir neşeye meylederken, hemen ardından bir melankoliye sürükleniyordu. Şarkılar, karşı konulamaz ölçüde komik şakalar, gitar, Mişlayevski’nin sarhoş kahkahaları. Elena’nın, Talberg’in gidişinin ardından kendini toparlayacak vakti olmamıştı… Beyaz şarap acısını tamamen dindirmemiş, sadece biraz hafifletmişti. Elena masanın başında, kolçaklı bir sandalyede oturuyordu. Tam karşısında, masanın diğer ucunda da bornozunun içinde saçı sakalı birbirine karışmış ve yüzü aşırı bitkinlik ve votka yüzünden kızarmış bir halde Mişlayevski oturuyordu. Soğuk, yaşadığı dehşet, votka ve kızgınlıktan gözlerinde kırmızı halkalar oluşmuştu. Masanın uzun taraflarından birinde Aleksey ve Nikolka, diğer tarafında da eskiden Majesteleri’nin Mızraklı Süvari Birliği’nde Üsteğmen olan, şimdi ise Prens Balorukov’un kadrosunda emir subayı olarak görev yapan Leonid Şervinski ve onun yanında da hâlâ lisedeki takma adı ‘Karas’ –Sazan olarak bilinen Topçu Teğmen Fyodor Stepanov oturuyordu. Kısa boylu, tıknaz biri olan ve gerçekten bir sazan balığına benzeyen Karas, Talberg’in gidişinden yaklaşık yirmi dakika sonra Turbinlerin ön kapısında Şervinski’ye rastlamıştı. İkisinin de yanında şişeler vardı. Karas iki şişe votka getirmişti. Şervinski’nin çantasında ise dört şişe beyaz şarap vardı. Ayrıca Şervinski, üç kat paket kağıdı ile sarılmış devasa bir gül buketi getirmişti –elbette güller Elena içindi. Karas kapı girişinde Şervinski’ye kendisi ile ilgili haberleri vermişti: Yeniden topçu üniformasına dönmüştü. Üniversitede çalışmaya daha fazla dayanamamıştı. Zaten artık bir anlamı da yoktu. Herkes işini bırakıp savaşmalıydı. Bir de Petlyura şehre girerse üniversitede vakit geçirmek, zaman israfından da kötü bir şey olurdu. Gönüllü olmak herkesin göreviydi. Ayrıca topçu alayının eğitimli atış subaylarına ihtiyacı vardı. Başında Albay Malişev’in bulunduğu alay, iyi bir alaydı –üniversiteden bütün arkadaşları o alaydaydı. Ancak Karas çaresizlik içindeydi. Çünkü Mişlayevski, o aptal piyade müfrezesine katılmak için onlardan ayrılmıştı. Bütün o “ya zafer, ya ölüm” safsataları aptalcaydı. Ayrıca hangi cehennemdeydi bu Mişlayevski? Şehrin dışında bir yerlerde postasıyla birlikte öldürülmüş bile olabilirdi…
İşin aslı Mişlayevski burada, hemen yukarıdaydı! Onlaryukarı çıkarken, yatak odasının loş ışığında, güzel Elena, çerçevesi gümüş yapraklarla bezeli aynanın karşısında aceleyle yüzünü pudralayıp gülleri kabul etmek