Beyaz muhafız. Михаил Булгаков
ana hatta geçip cesurca Alman sınırına doğru ilerledi. Onun geçişinden on dakika sonra, devasa bir lokomotifi olan bir yolcu treni ışıl ışıl aydınlatılmış düzinelerce penceresi ile Post-Volynsk’ten geçti. Vagonların sonundaki platformlarda beliren Alman askerleri dikkat çekiyorlardı. Dikili taşlarmışcasına devasa görünen askerlerin süngüleri parıldıyordu. Pencereden dışarı sızmakta olan titrek ışık demetlerinin üzerlerine vurmasıyla görünür hale gelen, soğuktan kamburları çıkmış makasçılar, uzun yolcu vagonlarının, kesişim noktası üzerinden gürültüyle geçişini izlediler. Bir süre sonra her şey yeniden görünmez hale geldi ve harbiyeliler kıskançlık, gücenme ve telaş hisleriyle kalakaldılar.
Aniden esen bir kar fırtınası harbiyelileri taşıyan yolcu vagonlarına bir kırbaç gibi çarparken “Kahretsin…” diye sızlanan bir ses geldi, makastan. O gece Post karla kaplanmıştı.
O lokomotifin ardındaki üçüncü vagonda, damalı kumaşla kaplı bir kompartımanda Alman bir teğmenle karşılıklı oturan Talberg, Almanca konuşuyordu.
Arada sırada, oldukça yavaş bir şekilde “Oh, ja” diyerek konuşmaya dahil olan şişman bir teğmen, ağzındaki puroyu çiğnemeye devam ediyordu.
Nihayet teğmen uykuya dalıp, diğer bütün kompartımanların kapıları da kapandıktan sonra ve parlak bir şekilde aydınlatılmış vagonun birbirini takip eden tek düze seslerinden başka duyulan bir ses kalmadığında Talberg koridora çıktı, üzerlerinde şeffaf olarak “S.-W.R.R “ harfleri bulunan soluk renkli perdelerden birini açıp karanlığa doğru baktı. Karanlığın içinden zaman zaman bir anda beliren parlak kar taneleri, aynı anda geçip giderek gözden kaybolurken, ön tarafta hızla yoluna devam eden lokomotifin uğultusu öylesine uğursuz ve öylesine tehditkardı ki Talberg bile kendini kötü hissetmişti.
III
13 numaralı binanın alt katında bulunan, mühendis ve ev sahibi Vasili Lisoviç’in yaşadığı dairede gecenin bu saatinde tam bir sessizlik hüküm sürüyordu. Yalnızca ara sıra yemek odasındaki bir fare tarafından bölünen bir sessizlik. Israrlı bir şekilde küflenmiş bir peynir kabuğunu kemirmeye çalışan fare, mühendisin karısı Wanda Mikhailovna’nın cimriliğine lanet okuyordu. Bu küfürlerin muhatabı olan sıska ve kıskanç Wanda, o sırada nemli ve soğuk evinin yatak odasında derin bir uykudaydı. Lisoviç ise kalın perdeli, kitaplarla dolu, içinde olması gerekenden daha fazla eşya bulunan, bu nedenle de insanda fazlasıyla samimi bir izlenim bırakan çalışma odasında uyanık vaziyetteydi. Mısır Kraliçesi biçiminde ve üzerinde yeşil renkli çiçekler bulunan bir avize, odayı yumuşak ve gizemli bir ışıkla aydınlatıyordu. Bu odada gizemli bir şey daha vardı. O da büyük, deri koltuğuna gömülmüş mühendisin ta kendisiydi. O koltukta oturan adamın Vasili Lisoviç değil de Vasilisa olması, ne zaman ne olacağı bilinmeyen bu günlerin belirsizliğini ve gizemini her şeyden daha iyi bir şekilde ifade edebilirdi… Kendisi, elbette adının Lisoviç olduğunu söylüyor, onunla görüşen birçok insan da ona Vasili diye hitap ediyordu. Ancak bunu yalnızca yüzüne karşı yapıyorlardı. Arkasından konuşurken herkes ondan Vasilisa diye bahsediyordu. Bütün bunlar 1918 yılının Ocak ayında, şehirde birbirinden garip şeyler yaşanmaya başladıktan sonra oldu. O günlerde, 13 numaralı binanın sahibi imzasını değiştirdi ve ileride bir gün kendisi aleyhinde kullanılabilecek herhangi bir belgeyle karşılaşmaktan korktuğu için bütün belgeleri, sertifikaları, emirleri ve karneleri “Vas. Lis.” şeklinde imzalamaya başladı.
Vasilisa imzasını değiştirmekle uğraşırken, 18 Ocak 1918’de, elinde Vasili Lisoviç tarafından imzalanmış bir şeker karnesi olan Nikolka, şeker almayı başaramadan Kreşçatyik’te sırtına bir taş yemiş ve iki gün boyunca kan tükürmüştü. (Şeker için sırada bekleyen cesur insanların hemen başlarının üstünde bir bomba patlamıştı.) Eve geldiğinde duvarlara tutunan ve rengi yemyeşil olan Nikolka, Elena’yı telaşlandırmamak için gülümsemeyi başarmıştı. Fakat ağız dolusu kan tükürdüğünde Elena: “Tanrım, ne oldu sana?” diye feryat etmiş, o da ona cevaben, “Vasilisa’nın şekeri yüzünden, Allah belasını versin!” demişti. Hemen ardından rengi bembeyaz olmuş ve olduğu yere yığılmıştı. Nikolka ancak iki gün sonra yataktan çıkabilmişti. Fakat Vasili Lisoviç’in varlığı artık son bulmuştu. Önce 13 numaralı binada yaşayanlar, ardından şehrin tamamı ona Vasilisa demeye başlamıştı, bir tek adı gerçekten Vasilisa olan kız dışında.
Vasilisa, ara sıra geçen kızakların seslerinin de kesilip, sokağın tamamen sessizleştiğinden emin olduktan ve yatak odasında karısının çıkardığı ıslığa benzer sesleri dikkatle dinledikten sonra hole çıktı. Orada kilitleri, sürgüyü, zinciri ve kapı kolunu dikkatlice kontrol ettikten sonra çalışma odasına dönerek devasa masasının çekmecesinden dört tane parlak kilitli iğne çıkardı. Sonra karanlığın içine doğru parmak uçlarıyla ilerledi. Odaya geri döndüğünde elinde bir kilim ve bir havlu vardı. Tekrar olduğu yerde durup etrafı dinlemeye başladı. Hatta bu kez parmağını da dudaklarına götürdü. Ceketini çıkartarak kollarını sıvazladıktan sonra rafların birinden bir yapıştırıcı, yuvarlanarak rulo haline getirilmiş bir boy duvar kağıdı ve bir makas aldı. Pencereye yaklaşıp ellerini gözlerine siper ederek dışarı, caddeye baktı. Kilitli iğneleri kullanarak pencerenin sol üst kanadına havluyu, sağ kanadına da kilimi astı. Boşluk kalmaması için gerekli düzenlemeleri yaptı. Bir sandalyenin üzerine çıkarak kitap raflarının en üstünde, el yordamıyla bir şeyler aramaya başladı. Oradan aldığı küçük bir bıçak ile duvar kağıdını yukarıdan aşağıya kesti. Sonra dik açıyla iki yana doğru devam etti. Ardından bıçağı tuğlanın kesiğine sokup, önceki gece kendisinin yaptığı iki tuğla büyüklüğündeki gizleme yerini ortaya çıkardı. İnce çinkodan yapılmış kapağı yerinden çıkarıp sandalyeden aşağı indi. Korku içinde pencerelere bakıp havluya usulca vurdu. Şıngırdayan anahtarın iki kez dönmesiyle açılan çekmecenin arka bölümlerinden, özenle gazeteye sarılmış ve tel ile dört yanından tutturularak bağlanmış bir paket ortaya çıktı. Vasilisa bu sırrını duvarın içine gizleyerek kapağı kapattı. Duvar kağıdı parçaları yerine tam olarak oturana kadar kesme işlemine devam ederken sandalyenin kırmızı renkli kumaş kaplamasının üzerinde uzunca bir süre durması gerekti. Duvar kağıtları, altlarına sürülen yapıştırıcı ile duvardaki boşluğu kusursuz bir şekilde kapattı: Yarım çiçek dalları diğer yarısıyla, kare de diğer kareyle eşleşti. Mühendis sandalyesinden indiğinde duvardaki gizli saklama yerinden hiçbir iz olmadığından emindi. Vasilisa yaptığı işin sonucundan memnun ellerini ovuşturdu, arta kalan duvar kağıdı parçalarını toparladı ve küçük sobada yaktı. Sonra da küllerini ezerek dağıtıp yapıştırıcıyı sakladı.
O sırada, karanlık ve ıssız caddede, gri renkli, hırpani, kurda benzer bir yaratık akasya ağacının dallarının arasından sessizce süzülerek aşağıya indi. Yarım saattir orada oturuyor, soğuktan donmasına rağmen hırslı bir şekilde havlunun üst tarafındaki içeriyi gösteren boşluktan Lisoviç’in yaptıklarını seyrediyordu. Bu meraklı adamın dikkatini çeken şey, pencerenin üzerine kapatılmış bir yeşil havlu görüntüsünün garipliğiydi. Kar yığınlarının arasında bir o yana, bir bu yana ilerleyen insan figürü, caddede ve ara sokaklarda dolaşarak gözden kayboldu. Fırtına, karanlık ve kar, el birliğiyle onu içine alıp bıraktığı bütün izleri yok etti.
Gece. Vasilisa koltuğunda. Yeşil renkli gölgelerin arasında tıpkı Taras Bulba’ya benziyor. Uzun, çalı gibi sarkık bıyıklar: Onun adı Vasilisa değil, o bir erkek, kahrolası! Masanın çekmecesinden duyulan hafif bir anahtar şıngırtısının ardından ortaya kırmızı kumaşın üzerinde duran uzunca dikdörtgen biçiminde banknotlardan oluşan, yeşil sahne paralarından bir tomar çıktı. Üzerlerinde Ukrayna dilinde açıklamalar vardı: