Ejderha kitabı. Эдит Несбит
bulutlar gibi birbirine çarpıyordu. Hipogrif’in kanatları ise ayın doğuşundaki bulutlar gibi kar beyazdı.
Şehir halkı Ejderha’nın Hipogrif ile Kral’ın peşinden uçtuğunu görünce onları izlemek için evlerinden dışarı çıktı. Gözden kaybolduklarını görünce en kötü ihtimalin gerçekleştiğinden emin olup sarayda düzenlenecek yas töreni için ne giyeceklerini düşünmeye başladılar.
Fakat Ejderha, Hipogrif’i yakalamayı başaramamıştı. Kızıl kanatlar, beyaz kanatlardan büyüktü ancak onlar kadar güçlü değildi. Ejderha’nın takip ettiği beyaz kanatlı at uzaklara uçup gitti, ta ki Çakıl Taşı Çölü’ne varana kadar.
Çakıl Taşı Çölü sahilin kumsuz kısımları gibi bir yerdi. Etrafa yayılmış yuvarlak, kaygan taşlardan başka bir şey yoktu burada. Yüz mil mesafede ne çim ne de tek bir ağaç gözüküyordu.
Lionel, Çakıl Taşı Çölü’nün ortasında beyaz atın sırtından atladı. Canavarlar Kitabı’nın tokalarını çabucak çıkarıp kitabı açık halde çakıl taşlarının üzerine koydu. Tekrar beyaz atının sırtına binmek için çakıl taşlarının arasında tıkırtılar çıkartarak aceleyle koştu. Tam atın sırtına atlamıştı ki Ejderha geldi. Dermansız bir halde uçuyor ve bir ağaç bulabilmek için etrafı kolaçan ediyordu. Çünkü saat on ikiyi vurmak üzereydi. Güneş mavi gökyüzünde atın sarısı bir beçtavuğu gibi parlıyordu. Yüz mil mesafede tek bir ağaç dahi yoktu.
Beyaz kanatlı at, kuru çakıl taşları üzerinde acı içinde kıvranan Ejderha’nın etrafında uçtu durdu. Ejderha iyice ısınmıştı. Hatta vücudunun bazı kısımlarından duman tütmeye başlamıştı. Bir ağaç altına saklanamazsa, bir dakika içinde alev alacağını biliyordu. Kızıl pençelerini Kral ile Hipogrif’e saplamak istedi ama onlara erişemeyecek kadar güçten düşmüştü. Ayrıca daha da ısınmaktan korktuğu için kendini zorlamaya cesaret edemiyordu.
İşte o sırada çakıl taşları üzerinde açık duran Canavarlar Kitabı’nı gördü. Altında “Ejderha” yazan sayfa açıktı. Kitaba bakıp tereddüt etti. Sonra bir kez daha baktı. Nihayet Ejderha, son bir öfkeli hamleyle kıvrılarak resme geri girdi ve palmiye ağacının altına oturdu. İçeri girerken sayfanın kenarını biraz yakmıştı.
Lionel Ejderha’nın neden kitaba girip kendi palmiye ağacının altına oturması gerektiğini anladı çünkü etrafta bundan başka ağaç yoktu. Hemen atından atlayıp kitabı sertçe kapattı.
“Yaşasın!” diye haykırdı. “Gerçekten başardık.”
Kitabın yakut ve firuze taşlı tokalarını sıkıca taktı.
“Ah, benim biricik Hipogrif’im,” dedi. “Sen dünyanın en cesur, en sevimli, en güzel…”
“Şşş,” diye fısıldadı Hipogrif tevazuyla. “Yalnız değiliz, görmüyor musun?”
Hakikaten Çakıl Taşı Çölü’nde büyük bir kalabalık sarmıştı etraflarını: Başbakan ile milletvekilleri, futbolcular, yetimhanedekiler, Mantikor ve sallanan at, yani Ejderha’nın mideye indirdiği herkes oradaydı. Anlayacağınız üzere, Ejderha’nın onları yanına alıp kitabın içine götürmesi mümkün değildi. Bir tek ejderha için bile yeterince küçüktü içerisi. Bu nedenle onları dışarda bırakmak zorundaydı.
Tüm insanlar bir şekilde evlerine varıp ve sonsuza kadar mutlu yaşadı.
Kral nerede yaşamak istediğini sorunca Mantikor, kitaba geri dönmek için yalvardı. “İnsanlar arasında yaşamak bana göre değil,” dedi.
Elbette kendi sayfasına nasıl gideceğini biliyordu. Kitabı yanlış sayfada açıp Ejderha’yı salıvermesi gibi bir tehlike sözkonusu değildi. Bu sayede kendi resmine döndü, bir daha da dışarı çıkmadı. İşte bu yüzden ömrünüz boyunca resimli kitaplardan başka hiçbir yerde Mantikor göremeyeceksiniz. Tabii ki kedileri ve süt kutularını dışarıda bırakmıştı çünkü kitapta onlar için yer yoktu.
Sonra sallanan at, kitabın Hipogrif’e ait sayfasına gidip orada yaşamak için yalvardı. “Ejderhaların bana bulaşamayacağı bir yerde yaşamayı isterim,” dedi.
Böylelikle beyaz kanatlı güzel Hipogrif ona kitabın içine giden yolu gösterdi. Sallanan at, Kral onu büyük büyük büyük büyük büyük torunlarının oynaması için dışarı çıkarana kadar orada kaldı.
Hipogrif’e gelince, Kral’ın Şahsi Sallanan Atı mevkisini kabul etti. Ahşap atın emekliliğe ayrılmasıyla bu pozisyon boş kalmıştı. Mavi kuş ile kelebek bugün bile saray bahçesindeki güller ve zambaklar arasında şakıyıp pır pır etmektedir.
II. James Amca ya da Mor Yabancı
Prenses ile bahçıvanın oğlu arka bahçede oyun oynuyordu. “Büyüyünce ne yapacaksın, Prenses?” diye sordu bahçıvanın oğlu.
“Seninle evlenmeyi çok isterim, Tom,” dedi Prenses. “Sence bir mahsuru var mı?”
“Hayır,” dedi bahçıvanın oğlu. “Mahsuru yok. İstersen evlenirim seninle, tabii zamanım olursa.”
Zira bahçıvanın oğlu büyüdüğünde hiç vakit kaybetmeden general, şair, başbakan, amiral ve inşaat mühendisi olmak istiyordu. Bu arada tüm derslerde okulun en başarılı öğrencisiydi. Hele coğrafya dersinde kimse eline su dökemezdi.
Prenses Mary Ann’e gelince çok uslu bir kız çocuğuydu, herkes onu çok seviyordu. İnsanlara daima nazik davranırdı. Hatta James Amca ile pek hazzetmediği diğer kişilere bile. Bir Prenses için pek zeki sayılmasa da her zaman ödevlerini bitirmek için elinden geleni yapardı. Ödevlerinizi bitiremeyeceğinizi çok iyi bilseniz bile bunu deneyebilirsiniz. Bazen bir bakarsınız, ödevleriniz şans eseri bitmiş oluverir. Prenses gerçekten çok iyi kalpliydi. Evcil hayvanlarına daima nazik davranırdı. Mesela, hoplaya zıplaya oyun oynarken bebeklerini kırdığı için suaygırına asla vurmazdı. Arka bahçedeki küçük kafeslerinde yaşayan gergedanlarını beslemeyi hiç unutmazdı. Fili ona gönülden bağlıydı. Hatta Mary Ann bazen bu küçük sevimli hayvanı gizlice yatağına götürüp yanında uyumasına izin vererek dadısını çok kızdırırdı. Fil uzun hortumunu şefkatle sahibesinin boynuna atar, sevimli başını Prenses’in asil kulağının hemen altına yaslardı.
Prenses’in tıpkı tüm etten kemikten, gerçek ve iyi çocuklar gibi bazen yaramazlık ettiği olurdu ama o hafta boyunca uslu davranmıştı. Bu nedenle Dadı, çarşamba sabahı küçük arkadaşlarını davet edip bütün günü beraber geçirmelerine izin verdi. Çünkü o ülkede haftanın son günü çarşambaydı.
O gün öğleden sonra tüm küçük dükler, düşesler, markizler ve kontesler sütlaçlarını bitirip ellerini ve yüzlerini yıkayınca Dadı şöyle dedi: “Şimdi benim güzellerim, bugün ne yapmak istersiniz bakalım?”
Sanki bilmiyormuş gibi! Cevap her zaman aynıydı:
“Hayvanat bahçesine gidip büyük kobay faresine binelim, tavşanlara yem verip fındıkfaresinin uyurken çıkardığı sesleri dinleyelim.”
Böylece önlüklerini çıkarıp hep birlikte hayvanat bahçesine gittiler. Burada yirmi çocuk aynı anda bir kobay faresine binebilir ve eğer bir yetişkin onları yukarı kaldırma nezaketini gösterirse küçük çocuklar kocaman tavşanları besleyebilirdi.
Her zaman böyle biri bulunurdu çünkü Rotundia’da herkes çok iyi kalpliydi. Bir kişi hariç.
Buraya kadar okuduğunuza göre Rotundia Krallığı’nın harikulade bir yer olduğunu elbette biliyorsunuz. Eğer dikkatli bir okursanız (tabii ki öylesiniz) bu ülkenin en harikulade tarafının ne olduğunu size söylememe hiç gerek yok. Ama (muhtemelen) dikkatli bir okur olmayabilirsiniz.