Sanşiro. Natsume Soseki
Nonomiya da, “Evet, evet,” demeyi kesti.
Etrafına bakınınca, daha önce fark etmediği meşeden bir masa gördü. Masanın üstü epey kalabalıktı; orada her yanından kalın kablolar görünen bir makine, makinenin yanında da kocaman bir cam çanak dolusu su vardı. Bunlardan başka bir eğe, bir bıçak, bir de boyunbağı duruyordu. Son olarak masanın uzak köşesine, bir metre eninde granit bir levha üzerine, turşu kavanozu ebadında bir acayip aygıt konmuştu. Sanşiro, gözlerini bu kavanoz benzeri şeyin ortasına açılmış iki deliğe yaklaştırdı. Delikler, koskoca bir yılanın gözleri gibi parlıyordu. Nonomiya gülümseyerek, “Işık çıkarıyor değil mi?” dedi. Sonra da, açıklamaya koyuldu:
“Gündüz saatlerinde aygıtları hazırlıyoruz, gece olup diğer insanlar dinlenmeye çekildikten sonra, bu sessiz ve karanlık depoda, teleskopla o göz küresine benzer şeylere bakıyoruz. Ve ışınım basıncını ölçme deneyleri yapıyoruz. Bu yılın başından beri bu işle uğraşıyoruz ama ekipman yetersizliği gibi sıkıntılar yüzünden istediğimiz sonuçları alamadık. Yazın burası nispeten tahammül edilebilir bir yerdir, ama soğuk geceler başlayınca dayanması çok zordur. Palto giyip boynuna atkı dolasan bile öyle soğuktur ki, çalışamazsın.”
Sanşiro çok şaşırmıştı. Şaşkınca, “Işık nasıl basınç yapacak ki? Yapsa bile o basınç ne işe yarayacak ki?” diye düşündü, anlatılanların özünü kavramak için çırpınıyordu.
Sonra Nonomiya, Sanşiro’ya “Bak bakalım,” dedi. Sanşiro yarım bir ilgiyle, taş levhanın iki üç adım önünde duran teleskobun yanına gitti ve sağ gözünü merceğe dayadı, ancak hiçbir şey göremedi. Nonomiya, “Durum ne, görebiliyor musun?” diye sordu. “Bir şey görünmüyor,” diye cevapladı Sanşiro. “Ah, kapağını çıkarmamışız,” dedi Nonomiya, sandalyesinden kalkıp geldi ve teleskobun önünü kapatan şeyi çıkardı.
Sanşiro teleskoptan bakınca, sadece kenarları flu bir ışık ve bu ışığın içinde, ölçüm amacıyla çizilmiş derece çizgilerini gördü. Aşağıda 2 rakamı okunuyordu. Nonomiya tekrar, “Durum ne?” diye sordu. Sanşiro, “2 rakamı görünüyor,” deyince, “Şimdi çalıştıracağım,” dedi ve karşıya geçip bir şeyler yapmaya başladı.
Derece, ışık huzmesinin içinde hareket etmeye başladı. 2 rakamı kayboldu. Onun yerine 3 rakamı geldi. Sonra o da yerini 4 rakamına bıraktı. Ve 5’e. Böylece 10 rakamına kadar çıktı gösterge. O zaman derece, tersine hareket etmeye başladı. 10 rakamı kayboldu, 9 rakamı kayboldu, 8’den 7’ye, 7’den 6’ya, gösterge adım adım 1’e kadar geldi. Nonomiya tekrar, “Durum ne?” dedi. Sanşiro şaşalayarak teleskoptan gözünü ayırdı. Gördüğü derecenin ne anlama geldiğini sormaya cesaret edemedi.
Kibarca teşekkür edip depodan ayrıldı. İnsanların gezindiği yere çıktığında, dünya halen cayır cayır yanıyordu. Sanşiro, sıcağa rağmen derin bir nefes aldı. Batıya doğru alçalmakta olan güneş, tepeye yandan vuruyor; tepenin her iki tarafındaki mühendislik bölümü binalarının camları alev almışçasına parlıyordu. Gökte tek bulut yoktu, açık gökten, Batı ufkundan yakıcı bir ateşin alevleri, kızıl bir pus halinde esip geliyor, Sanşiro kafasının tepesi yanıp kül olacakmış gibi hissediyordu. Yandan çarpan güneş sırtını ısıtırken, Sanşiro sol taraftaki ormanın içine girdi. Akşam güneşi, ormana da yandan vuruyordu. Siyaha çalan yemyeşil yaprakların arasından süzülen gün ışığı kızıldı. Zelkova ağaçlarının tombul gövdelerinde cırcırböcekleri ötüyordu. Sanşiro bir göletin kıyısına geldi ve çömelip oturdu.
Ortalık son derece sessizdi. Tramvayların sesi bile işitilmiyordu. Normalde Kızıl Kapı’nın26 önünden geçmesi gereken tramvayın rotası, üniversitenin protestosu üzerine Koişikava’dan dolaşacak şekilde değiştirilmişti; Sanşiro memleketindeyken gazetede okumuştu bunu. Sanşiro, göletin kıyısına çömelmiş otururken deminki olayları hatırından geçirdi. Civarından tramvayların bile geçmediği bu üniversite, toplumdan oldukça yalıtılmış bir yerdi.
İnsan kazayla kendini burada bulunca, bir bodrumda altı aydan fazla süre, ışığın basıncı deneyleri yapmış Nonomiya gibi insanlara rastlıyordu. Nonomiya son derece mütevazı giyinmişti ve ona dışarda rastlayan birisi, genç adamı elektrik şirketinde çalışan bir teknisyen sanabilirdi. O bile besbelli, bir bodrumu işlik edinmiş ve hiç mi hiç savsaklamadan, kendini araştırmalarına adamıştı. Ancak teleskobun içindeki gösterge ne şekilde kımıldarsa kımıldasın, gerçek dünya onunla ilgilenmeyecekti. Belki de Nonomiya’nın, gerçek dünyayla ömür boyu temas kurmaya niyeti yoktu. Yani Nonomiya, bu sessiz sakin atmosferi soluya soluya, öyle bir karaktere dönüşmüştü. Belki kendisi de günün birinde, farkına dahi varmadan, yaşamını dünyayla alakası kalmamış bir şekilde sürdürmeye başlayacaktı.
Sanşiro kımıldamadan göletin yüzeyine baktı, civardaki büyük ağaçların pek çoğunun yansıması suda kendini gösteriyordu; daha da derinlerde mavi gökyüzü görünüyordu. Sanşiro o an kendini tramvaylardan da, Tokyo’dan da, Japonya’dan da çok uzaklara gelmiş gibi hissetti. Fakat biraz sonra, bu duyguya bulut gibi bir yalnızlık bulaştı. Nonomiya’nın bodrumuna tek başına girip otursa, kendini ancak bu kadar ıssız hissederdi. Kumamoto’daki lisesinde okurken, bu yerden daha da sessiz olan Tatsuta Dağı’na çıkmış, çuhaçiçeklerinin bürüdüğü oyun alanında uyumuş, adeta dünyayı unutmuştu; ama şimdi içine düştüğü yalnızlık duygusunu ömründe ilk kez tadıyordu.
Bunun sebebi, Tokyo’daki o delice hareketliliği görmüş olmak mıydı? Yoksa – Sanşiro’nun yüzü kızardı. Çünkü trende karşılaştığı kadını anımsamıştı. Galiba kendisine gerçek dünya lazımdı. Lakin gerçek dünyanın tehlikelerinden korkuyor ve ona yaklaşamayacağını hissediyordu. Sanşiro, “Bir an evvel öğrenci yurduna dönüp anneme mektup yazayım bari,” diye düşündü.
Gözünü sudan kaldırdığında, sol yanındaki tepenin eteklerinde iki kızın durduğunu gördü. Kızların ayaklarının dibinde gölet başlıyordu; arkalarında, dik bayırda bitmiş ağaçlardan bir koru, onun da ardında ise gösterişli kırmızı tuğlalardan gotik tarzda bir bina vardı. Ve batmaya yüz tutmuş güneş, tüm bunların ötesinden ışınlarını gönderiyordu. Kızlar yüzlerini güneşe doğru dönmüş duruyorlardı. Sanşiro’nun çömeldiği gölgelikten bakınca tepenin üstü müthiş aydınlık görünüyordu. Kızlardan biri parlıyordu adeta, yelpazesiyle yüzünü gölgelemişti. Çehresi görünmüyordu. Ama Sanşiro, onun kimonosunun ve kuşağının rengini açıkça seçmişti. Hatta kızın çoraplarının beyaz olduğu da gözüne çarpmıştı. Sandaletinin bağcıklarının rengini değilse de, kızın hasır sandalet giydiğini görebilmişti. Diğer kızsa bembeyaz giyinmişti. Onun elinde yelpaze yoktu. Alnını kırıştırarak karşı tarafa, dallarını gölete suyu örtmek ister gibi uzatan yaşlı ağaçlara bakıyordu. Yelpazeli kız ondan biraz daha ileride durmuştu. Beyazlı ise gerideydi, göletin kıyısına çok yakındı. Sanşiro’nun durduğu yer kızların tam karşısında değil, biraz çaprazındaydı.
O anda Sanşiro’yu etkileyen tek şey renklerin güzelliğiydi. Ama taşralı olduğu için, renklerin gözüne neden güzel göründüğü sorulsa ne sözle ne de yazıyla cevap verebilirdi. Sadece beyazlı kızın, bir hemşire olduğunu düşünüyordu.
Sanşiro kızlara bakakalmıştı. O bakarken beyazlı kız kımıldadı. Bu kımıldayışın bir amacı yoktu. Sanki ayakları öylesine, kendiliğinden yürüyüvermiş gibiydi. Sanşiro, yelpazeli kızın da hareket etmiş olduğunu fark etti. İkisi, sözleşmişçesine amaçsız bir yürüyüşle
26
Japoncada “Akamon“. Tokyo Üniversitesi’nin girişlerinden biri. (ç.n.)