Yeni Dünya. Сабахаттин Али

Yeni Dünya - Сабахаттин Али


Скачать книгу
arkalarına tutunarak ilerledi, saza yakın bir yere geldi. Etrafta oturacak boş iskemle yoktu. Gözleriyle arandı. O civara yerleşmiş bulunan memurlar, bekâr öğretmenler onun bakışlarıyla karşılaşıp kendisini masalarına çağırmaya mecbur olmamak için başlarını önlerine eğmişler veya derin lakırtılarına dalmışlardı.

      Bir masanın etrafında oturan ve esrar sigaralarını avuçlarının içinde saklayan üç kasap, Hüseyin Avni’yi masalarına davet ettiler. Hem ihtiyar sarhoşla alay etmek hem de masalarına efendi adam oturduğunu hanendeye göstererek itibar kazanmak istiyorlardı.

      Hüseyin Avni, siyah gözlüklerinin buğusunu ceketinin kolu ile sildi, paltosunun yakasını indirdi. Şapkasını çıkardı. Adamakıllı seyrekleşmiş olan beyaz saçları kafasının çatlak ve lekeli derisine yapışmıştı. Oturduğu alçak arkalıklı yerli hasır sandalyede rahatlaştıktan sonra başını saza çevirerek gülümsedi. Bu sırada uzun, seyrek dişleri, donuk pembe diş etleriyle beraber dışarı fırlıyor, dudaklarının kenarından tükürükler sızıyordu.

      Keman çalan uzun kafalı, esmer delikanlı eğilerek dava vekilinin selamını iade etti. Melek başıyla belli belirsiz bir işaret yaptı; kucağındaki udun üzerine abanarak avaz avaz bağıran ihtiyar sanatkâr ise dünyanın farkında olmadığı için, şarkısına devam ediyordu.

***

      Melek içinden, Aman ya Rabbi, bu heriften kurtulamayacak mıyım? dedi. Ömründe bu derece iğrendiği bir adama rast gelmemişti. Beş seneden beri hayatını sesiyle kazanıyor, sıkıştıkça vücudunu bu sese yardımcı yapmak mecburiyetinde de kalıyordu. Bu meslekte adam seçmek pek âdet değildi ama bunun da bir haddi vardı. Zaten bu tiksinmesinde Hüseyin Avni’nin suratının pek rolü yoktu. Melek’e asıl korkunç gelen onun yapışkan bir ifade taşıyan hareketleri ve siyah gözlüklerinin arkasında kirli bir paçavra gibi sallanan bakışlarıydı.

      Diğer tutkunlarının ısmarladığı bir çayı bile hakir görmeyen ve bu eli açık hovardayı bir gülümseme ile tediye eden genç kadın, Hüseyin Avni’nin, evinden kim bilir ne sahnelerden sonra alıp kendisine hediye ettiği birkaç altın bileziği bir türlü koluna takamıyordu.

      Kahvecinin söylediğine göre bu adam evvelce hukuk mahkemesi azasından imiş, sarhoşluğu yüzünden çıkarmışlar, çok az bir tekaüt maaşı alıyor ve üç çocuğu ile karısını dava vekilliği ederek geçindiriyormuş. Hukuk mezunu olmayıp zabıt kâtipliğinden yetiştiği ve işine gücüne karşı hiç alakası olmadığı için yazıhanesine günde birkaç köylüden başka uğrayan olmazmış. Kahveci, “Metelik yoktur herifte, nesine yüz verirsiniz?” diyordu. “Günde iki köylüye iki istida yazıp yarım kâğıt alır, onu da lokantacı Mahir’de rakıya yatırır, evde çoluk çocuk aç beklesin. Yaşından da utanmaz, ak sakalına da bakmaz, yazıhanesine uğrayan altmışlık köylü karılarına saldırır. Dayak yemediği gün yoktur. Şu kahvemize gelen efendilerin hiçbirinin ona yüz verdiğini gördünüz mü? Çamur gibi adamdır!”

      Melek bu kasabaya geleli iki ay olmuştu ve Hüseyin Avni bir gece bile kahveye gelmemezlik etmemişti. Her akşamüzeri, yazıhanede mi olur, lokantada mı olur, bir miktar rakısını içer, daha ikinci kadehte titremeye başlayan adımlarla kahvenin yolunu tutardı. Bu genç, sıska ve esmer kadıncağızın biraz çatlak fakat yanık sesi onu çıldırtıyordu. Fakat onun bir kadına ısrarla yapışması için böyle bir sebebe de hacet yoktu. Bütün kadınlardan, en güzelinden en çirkinine, en küçüğünden en yaşlısına kadar öyle bir hava intişar ediyordu3 ki, çeşit çeşit olmasına rağmen müşterek bir hususiyeti haber veren bu kâh latif kâh baş ağrıtacak kadar sakil kokular onun hurdalaşmış vücudunda ızdıraplı bir sarsıntı bırakarak yayılıyorlar, zavallıyı uykudan, hatta düşünmekten mahrum ediyorlardı.

      Çürük dimağının nasıl imal ettiği insanı şaşırtan binbir türlü dalaverelerle karısını kandırıyor, bir sandık köşesinde, bir çıkın dibinde nasılsa kalmış olan kıymetli birkaç parça eşyayı aldığı gibi sazlı kahveye gidiyor ve birkaç şarkı isteyip çaldırdıktan sonra, getirdiği şeyleri küçük çırak Hamdi ile Melek’e yolluyordu.

      Kemancıyı birkaç kere yazıhanesine çağırıp kuru zeytin ile rakı ikram etmişti. Bir efendiye masa arkadaşlığı etmekten gurur duyan genç Çingene’nin Melek üzerinde lehinde tesir yapacağını ümit ediyordu.

      Fakat artık sabrı tükenmişti. Yarım yamalak selamlardan ve pek kıstırdığı zamanlarda genç kadının ağzından dökülen “Nasılsınız efendim?” yollu bir hatır sormadan başka bir şey gördüğü yoktu. Hâlbuki ihtiyar etlerini seyrek fasılalarla kamçılayan ihtiras nöbetleri tahammül edilmez hâle gelmişti. Oturduğu yerden Melek’e doğru bakarken derhâl fırlayıp saldırmak isteyen vahşi bir hisse kapılıyordu.

      Birkaç akşam evvel kemancı vasıtasıyla kadını yazıhanesine davet ettiği hâlde bu teklifi, patron razı değil diye reddedilmiş, kemancıdan cevap bekleyerek geçirdiği yirmi dört saat, kız isteyip cevap bekleyen delikanlılara taş çıkartacak bir ümit ve yeis silsilesi hâlinde geçmişti. İki günden beri sabahtan akşama kadar içiyor ve binbir türlü planlar kuruyordu.

      Aynı masada oturduğu kasaplar, kahvede içki yasak olduğu için çay fincanlarına koydurup getirttikleri konyakları içiyorlar ve ona da ikram ediyorlardı. Esrar sigaralarının dumanı Hüseyin Avni’nin kırmızı kapaklı gözlerini ve kuru genzini yakıyordu. Melek ihtiyar udinin sesini bastırarak:

      Gece kapladı her yeri,

      Keder sardı dereleri,

      Esmerim vay vay.

      Düşman değil, sevda açtı

      Sinemdeki yareleri.

      diye bağırdıkça Hüseyin Avni öne doğru eğiliyor, yere düşecek gibi oluyordu.

      Bu şarkının bestesinde, sözlerinde ve Melek’in ağlar gibi bir ifade alan söyleyişinde garip bir zavallılık, bir yalvarma vardı. İhtiyar adam ağzının içinde bir şeyler mırıldanıyor, fakat ancak gırtlağını yırtar gibi dışarı fırlayan bir “Ah!” duyulabiliyordu. Bir aralık ufak ve buruşuk bir kâğıda bir şeyler karalayarak kemancıya gönderdi, biraz sonra saz eski bir şarkıya başladı:

      Bir dâme düşürdü beni ki bahtı siyahım,

      Billahi bu sevdada benim yoktur günahım!

      Bunu, kısa fasılalarla diğer kâğıtlar ve ihtiyarın hâline uygun diğer şarkılar takip etti.

***

      Kahvenin kapısı aralanarak içeri sekiz on yaşlarında bir kız başı uzandı. Kıvırcık saçları ıslak bir pösteki gibi ensesine yapışmıştı. Gözleriyle, şaşkın ve kararsız, etrafı süzdükten sonra oralarda dolaşan Hamdi’yi çağırdı, bir şeyler söyledi.

      Hamdi, tek tük evlerine yollanmaya başlayan müşterilerin arasından sıyrılarak Hüseyin Avni’nin yanına geldi ve kara gözlüklerini düzeltmeye çalışan ihtiyara, “Beybaba! Senin küçük kız gelmiş, evden istiyorlarmış!” dedi.

      Sarhoşun yağlı yüzünün gerildiği ve seyrek sakallarının dimdik olduğu görüldü. Bir kedi gibi yerinden fırlayarak “Defolsun, beni burada bari rahat bıraksınlar!” diye homurdandı ve yumruğunu kapıya doğru uzattı.

      Aralık kapı hemen kapandı, Hüseyin Avni tekrar iskemlesine çöktü.

      Kahve adamakıllı tenhalaşmıştı. Kalanlar başladıkları partiyi her hâlde bitirmek isteyen birkaç tiryaki oyuncudan ibaretti.

      Biraz sonra saz da bitti. Ut torbaya, keman kutuya kondu. Udi, hiç konuşmayan ve etrafına bakınmayan bir ihtiyar, önündeki çay fincanını son bir defa diktikten sonra kahveciden


Скачать книгу

<p>3</p>

İntişar etme: Yayılma. (e.n.)