Yeni Dünya. Сабахаттин Али
içinde Süleyman Efendi’den başka konuşan yok gibiydi.
Esrarkeş bakkal yatağında bulunduğu zamanlar, bağdaş kurup oturur ve gözlerini beyaz boyalı karyolanın ayak ucuna dikerek saatlerce susardı.
İki köylüden biri yataktan kalkamayacak kadar hâlsizdi. Bütün gün başını duvardan tarafa çevirip yatar, hiç kımıldamazdı.
İsmi Satılmış olan diğer köylü bir parça daha dermanlıydı. Ara sıra konuştuğu da olurdu. Hatta bir kere ormanda nasıl pusu kurup babasını vuran adamı devirdiğini bile anlattı.
Fakat Süleyman Efendi, hâlsizliğine ve nefes almakta çektiği güçlüklere rağmen bütün gün hiç durmadan söylenirdi.
Sabahleyin erkenden yatakları düzeltmeye gelen hademelere çatmaktan başlayarak, kahvaltı getiren hasta bakıcıya, hatır soran hemşireye, vizite yapan doktora boyuna dırlanırdı. Kendisini memnun etmeye imkân yoktu. Karşısına kimi alırsa derhâl ötekilerden şikâyete başlıyordu. O kadar ki, esrarkeş bakkal hakkında ağzına geleni söyleyip benim dinleyip dinlemediğime bakmadan “Nasıl, dediğim gibi değil mi?” diye sorarken, bakkal içeri girince, onu yatağının kenarına oturtur, bana da duyuracak bir sesle benden bahsederdi:
“Aptal mıdır nedir? Boyuna kitap okuyup düşünür. Biz de çok okuduk ama faydası olmadı. Neyine kibirlenir acaba? Biz de efendiyiz ama kimseye kem baktığımız yok…”
Karşısındaki, bazen bir bahane bulmaya bile lüzum görmeden kaçıncaya kadar o devam ederdi. Ara sıra yorgunluktan gözlerini kapayıp başını yastığa koyarak dinlenir yahut öksürük nöbetine tutularak gözleri yerinden fırlar, fakat biraz kendine gelir gibi olunca yeniden söylenmeye başlardı:
“Aman!.. Doktor mu bunlar… Ben onlardan iyi anlarım bu işlerden… Bacak kadar çocuk gelmiş de bana akıl öğretecek. Hardal lapası neyse, onu biz de yaparız. Zaten doktora da ben söyledim… Ama o iğneleri lüzumsuz yere vuruyor… Satlıcana iğne kâr eder mi? Sonra tutmuş ‘Çay içme!’ diyor. Allah Allah… Çaydan da zarar geldiği görülmüş mü?..”
Sözünün burasında bağırırdı:
“Satılmış… Getir çaydanlığı!..”
Satılmış, uzandığı yataktan fırlar, eski ve kocaman hastane terliklerini sıska ve topukları bal mumu gibi sararmış ayaklarına geçirir, kızgın sac sobanın üzerinden çaydanlığı ve pencereden çay fincanını alarak “beybaba”nın yanına varırdı.
Süleyman Efendi Satılmış’ı, fikrini almaya lüzum görmeden kendisine hizmetçi seçmişti. O kadar salahiyet ve tabiilikle emirler veriyordu ki, itaat etmemek oğlanın aklından bile geçmiyordu.
“Satılmış, oğlum, uzat şu tükürük hokkasını.” yahut “Satılmış, jandarmaya seslen, şu çeyreği de ver, bana şeker alsın!..” dediği zaman, sıska delikanlı değnek gibi parmaklarıyla karyola demirlerine tutunur ve söyleneni yapardı. İhtiyarın tahakkümü karşısında jandarmalar bile itiraz edemiyorlar, ardı arası kesilmeyen angaryalara, ara sıra söylenerek de olsa, tahammül ediyorlardı.
Satılmış çay bardağını doldurup Süleyman Efendi’ye uzatınca ihtiyar doğrulup sırtını duvara dayar, tepesindeki saçları dökülmüş kocaman başını ağır ağır sallar, ağzına dökülen gür bıyıklarını sıvazlayarak içmeye hazırlanırdı. Onu bu vaziyette gören hemşireler birkaç kere sırtını duvara vermemesini, yorgandan çıkmamasını söyledilerse de o arkalarından istihfaf dolu bir gülüşle baktı ve bildiğini yapmaya devam etti.
Çayını içtikten sonra Satılmış’tan çaydanlığı tekrar ister, kopuk kapağı kaldırarak içine bakar, sonra, bir çiftlik bağışlıyormuş kadar ehemmiyetli bir velinimet tavrıyla “Bunu da sen iç!” diyerek ona bir şeker uzatırdı.
Çay içini biraz ısıtıp öksürük nöbetlerinin arası uzayınca çenesi büsbütün açılıyordu. Odada herhangi birimiz herhangi bir meseleden bahsedecek olsak derhâl lafı yarıda kestiriyor, “O senin bildiğin gibi değil!..” diye kendisi söze başlıyordu. Herkesin bir kusurunu bulur, herkese bir şey, hatta birçok şey öğretmeye kalkardı. Zavallı Satılmış nasıl vukuat işlediğini anlatırken bile Süleyman Efendi’nin müdahalesinden kurtulamamış, kendi başından geçen vakanın doğrusunu ihtiyardan öğrenmek mecburiyetinde kalmıştı. İhtiyar adam öksüre öksüre “Yok, yok… Senin bildiğin gibi değil… Sen orada yatarsan adam değil kuş bile vuramazsın… Pusuyu nereye kurduğunu bile bilmiyorsun…” diyerek cinayet mahalline dair uzun tafsilata girişiyor ve asıl fail bu izahatı hayret, hatta biraz da hürmetle dinliyordu. Bu ihtiyar efendinin dedikleri gerçi hakikate uygun değildi, ama öyle bir akıllıca sayıp döküyordu ki, herhâlde doğru olacaktı.
Mevsim ilkbahar başlangıcıydı. Odanın küçük sac sobası hiç durmadan yanıyordu. Akşam serinliği basınca koridorda üşüyen jandarmalar da iskemlelerini alıp içeri giriyorlardı. Sönük ampulün ışığı altında, silahlarını kucaklarına dayayıp bekleşiyorlar, ara sıra esrarkeş bakkalla yârenlik ediyorlardı.
Akşamları ateşi yükseldiği hâlde Süleyman Efendi de onlara laf yetiştirmekten geri kalmıyordu. Jandarmalara kâh nasihat verir kâh onları azarlar veya ateşi biraz daha yükselirse abuk sabuk söylenip bağırmaya başlardı.
Son günlerde hastalığı tekrar ağırlaşmıştı. Bunda hem geceleri arkasına hardal lapası korken sırtını yarım saat açık bırakıp üşüten hasta bakıcıların hem de kendisinin kabahati vardı. Odanın sık sık bozulan havasını değiştirmek için pencereyi açtığımız zaman, yorganına iyice sarılmasını söylediğimiz hâlde, o dinlemez, göğsünü açıp pencereden gelen rüzgâra vererek “Bu rüzgâr adama dokunmaz… Sizin bildiğiniz gibi değil… Bu rüzgâr Takkeli Dağ’dan geliyor. İnsana şifa getirir…” diye mart rüzgârını hasta ciğerlerine çekerdi.
Satılmış günde bir bardak az şekerli çay mukabilinde ona hizmetkârlık etmeye devam ediyordu. Aylardan beri perhiz eden midesi doktordan gizli içtiği bu birkaç yudum sıcak mayiyi4 belki de hasretle bekliyordu. Yalnız Süleyman Efendi artık çaylarını sırtını duvara dayayarak içemiyordu. Satılmış yardım etmezse üstüne döktüğü bile oluyordu. Elleri titremeye, gözleri adamakıllı çökmeye başlamıştı. Köylü delikanlısını esrarkeş bakkalın yatağına oturtup “Senin bildiğin gibi değil… Öyle adam öldürülmez… Bak ben sana anlatayım…” derken birdenbire sözü sapıtıyor, “Başkâtip çaldığı paralarla iki ev aldı da yine kolunu sallaya sallaya geziyor. Hapislik bize düştü.” diye, başka zaman hiç ağzına almadığı mahkûmiyetinden bahse başlıyordu. Cezasının bitmesine bir buçuk ay kalmıştı. Bunun için haftada bir iki kere uğrayan oğluna dışarıdaki işleri hakkında talimat veriyor ve on sekiz yaşında kadar göründüğü hâlde gözleri beş yaşında bir çocuk şaşkınlığı ile odada dolaşan biraz aptalca oğlu bu sözleri hiç cevap vermeden, tasdik makamında başını sallaya sallaya dinliyordu.
Birkaç gün içinde ihtiyar büsbütün fenalaştı. Yüzünün kemikleri fırlayıvermiş, gözleri garip bir parlaklıkla daha çukura gömülmüştü. Günün ekseri saatlerinde kendinden geçmiş olarak yatıyor ve sayıklıyordu. Geceleri çırpınıyor, boğulacak gibi öksürüyor ve durmadan inleyerek hiçbirimizi uyutmuyordu. Esrarkeş bakkal iki gece uykusuzluktan sonra “Hâlâ geberemedi yahu!..” diye söylenmeye başlamıştı. Yalnız Satılmış hizmetinde kusur etmiyor, ihtiyarın her sayıklayışında yastığından başını doğrultarak “Bir şey mi istedin, beybaba!” diye soruyordu.
Nihayet bir gece sabaha karşı ses kesildi. Son günlerde sık sık bizim odaya uğrayan nöbetçi hemşireler derhâl bir sedye getirterek ölüyü kaldırdılar. Yatakları dışarı
4
Mayi: Sıvı. (e.n.)