Yeni Dünya. Сабахаттин Али
Dışarıda birkaç kadınla bir sürü çocuk vardı. Bütün akraba gelmişe benziyordu. Bunların arasındaki şişmanca ve yaşlıca bir kadın oğlanın dışarı çıkardığı bohçayı yere serdirip açtırdı. İçindekileri birer birer saydı. Sonra telaşla oğlana dönüp bir şeyler söyledi. Tekrar içeri giren çocuk etrafına bakınarak “Bizim çaydanlık nerede?” diye sordu.
Dört beş günden beri çay pişirilmediği için bu kapağı kopuk, sırları dökülmüş küçük emaye çaydanlık ortadan kalkmıştı. Herhâlde Satılmış bir yere koymuş olacaktı. Kendisini biraz evvel midesinden su almak için laboratuvara götürmüşlerdi.
Esrarkeş bakkal, “Telaş etme bulunur!” dedi.
Bu söz üzerine kapıdan içeri şişman ve kıpkırmızı bir kadın başı uzanarak “O da ne demekmiş? Helbet bulunacak!..” dedi, sonra oğluna dönerek, sertçe:
“Sen bunlara bakma, aramana bak Vecihi, belki başka şeyler de kalmıştır…”
Fakat çaydanlık ortada yoktu. Satılmış’ın karyolasının baş ucunda sallanan ve zavallının varını yoğunu içinde taşıyan Amerikan bezinden bir torbayı dışından adamakıllı sıkıştırıp yokladılar; içinde çaydanlığa benzer bir şey yoktu.
Kadın kapının önünde söylenip duruyordu. Oradan geçen bir hemşire ile bir hasta bakıcıyı durdurdu, onları da alıp içeri girerek hep beraber etrafı aramaya başladılar.
Daracık odada birbirlerini itip kakarak yatakların altını, soba odunlarının yığılı durduğu köşeyi, hastaların torba ve bavullarını karıştırıyorlardı. Ben yüzümü duvara çevirmiş, sessiz yatıyordum. Ölenin karısı arkamdan dürterek “Hişt, görmedin mi çaydanlık nereye gitti?” dedi. Hemşire atıldı:
“Hastaları rahatsız etmeyin, sonra bulunur!” Fakat kadın bunu bekliyormuş gibi bağırmaya başladı:
“Ne demekmiş sonra bulunur!.. Şimdi bulunmazsa gitti gider, dahi gider… Hanım, burası neresi? Mahpus koğuşu, hırsız yatağı. Adamın gözünden sürmeyi çalarlar. Uğurlu adamın burada işi ne…” Sonra bize dönerek tehdit eder gibi “Söyleyin bakayım, nerede?.. Hanginizde ise çıkarsın!..” dedi ve gözlerini teker teker hepimizin üzerinde gezdirdi.
Hemşire onu kolundan tutarak yavaşça dışarı aldı, fakat karı bir türlü susmuyor, “Müdüre çıkacağım, başhekime gideceğim…” diye koridorları çınlatıyor ve jandarmaların koluna yapışıp “Haydi evladım, siz bilirsiniz usulünü, şunları söyletiverin de nereye koydularsa çıkarsınlar!” diyordu.
Bu aralık iki hademenin kolunda Satılmış içeri girdi. Çektiği azaptan sonra bitkin bir hâlde idi. Daha kapıda iken bakkal kendisine sordu:
“Ulan Satılmış, ihtiyarın çaydanlığını gördün mü?”
Köylü, hademelerin yardımıyla yatağına yatarken, başıyla evet diye işaret etti, sonra hademelerden birine “Getiriver!” dedi. Başını bize çevirdi:
“Akşam beybaba ağırlaşıverdi…” dedi. “Baktım vakti gelmişe benzer, başında candan adamı yok, ağzına bir yudum su akıtacak oldum. Çaydanlığı Hademe İsmail’e verip mutfağa saldım. Ilıkça su getirsin dedim… Su gelmeden rahmetli can teslim etti. Nasip değilmiş. Kısmeti bu kadarmış…”
Hademe İsmail çaydanlığı getirip kadına verdi. Ana-oğul bohçayı yeniden bağladılar.
Bu aralık hastanenin idari müdürü oraya geldi ve kadına bir şeyler söyledi. Kadın, yüzü tekrar kıpkırmızı olarak “Ne demekmiş o?.. Devlet elinde can verdi, ölüsünü de devlet kaldırır. Elimi sürmem. On para da vermem. Ahir vaktinde kocamı hapishane köşelerinde öldürdünüz de ölüsünü bana mı kaldırtacaksınız… İstemem. Ne yaparsanız yapın…”
Bohçayı oğlunun koluna takarak “Ne duruyorsun, yürü…” dedi. “Az daha dursak bizi soymaya kalkacaklar…” Oradaki diğer kadınlara ve çocuklara döndü: “Hadisenize siz de!”
On yaşlarında kadar bir oğlan, “Amcamı bir görmeyecek miyiz?” dedi.
“İstemem… Göremem… Yüreğim kaldırmaz. Aslan gibi ayalimi kim bilir ne hâllere koydular. Amanın çocuklar… Yürekler dayanır mı… Yandım!”
Avaz avaz bağırarak ağlıyordu. Kocasının meziyetlerini, haksız yere damlarda öldüğünü sayıyor, ruhunun bütün rikkatiyle hıçkırıyordu.
Bu sefer oğlu onu itmeye başladı. Çoluk çocuk ağlaşarak koridorun öbür ucuna doğru uzaklaştılar.
Bu sırada içeri giren Hademe İsmail’e köylü Satılmış, “Şu torbayı çözüver!..” dedi.
Amerikan bezi torbanın ağzını açtı, içinden bir çift yün çorapla bir iki çevre ve bir kat çamaşır, en sonra da küçük bir kese çıkardı. İçini önüne boşalttı. Beyaz yatak örtüsünün üzerine üç tane on kuruşluk yuvarlandı. Satılmış bunlardan ikisini İsmail’e uzatarak “Al şunu da, sevaptır, bir testi alıver. Rahmetliyi mezarda kefensiz yatıracaklar, hiç olmazsa toprağına iki testi su döküver…” dedi.
Torbasını tekrar toplayıp baş ucuna astı, hâlsiz başını yastığa koyarak gözlerini bembeyaz tavana dikti…
Ayran
Köyden istasyona giden yol, eriyen karlarla diz boyu çamurdu. İki mızrak boyu yükselen güneş, tarlaları hâlâ örten karların üzerinde pırıltılarla ve göz kamaştırarak yanıyor, fakat yoldaki pis su birikintilerine vurunca donuk sarı bir renk alıp boğuluyordu.
Kocaman ve altı çivili kunduralarını çıplak ayaklarına geçirmiş olan küçük Hasan, sağ koluna aldığı güğümü, ara sıra dinlenerek sürüklemeye çalışmaktaydı. Bazen sol elindeki çinko maşrapayı yere bırakarak ağır yükünü vücuduna daha az ağrı verecek bir şekilde kavramak istiyordu. Ağzına kadar ayranla dolu olan güğümün alt kenarı her adım atışında dizlerine vurmakta ve dirseğine kadar geçirdiği sapı, kolundan kurtulup önüne yuvarlanmak ister gibi, ileri hamleler yapmakta idi. Kunduralarının arka tarafı o kadar dışarı doğru eğilmişti ki, çocuğun topukları ayakkabının ökçesine değil, doğrudan doğruya çamura basıyordu.
Yaz kış, her gün gitmeye mecbur olduğu bu iki saatlik yol bu sefer daha uzamış gibiydi. Tam yarı yolda bulunan küçük ve kuru söğüt ağacı henüz ufukta ve sisler içindeydi.
Küçük Hasan senelerden beri gördüğü şeylere alakasız gözlerle bakıyordu. Kuru sazların arasında çorak ovayı oyarak geçen ve ta yanına gelmeden farkına varılmayan dört adım genişliğindeki küçük derenin, yan yana uzatılmış üç kalastan ibaret köprüsü artık çökecek kadar sallanmaya başlamıştı.
Biraz daha yukarıda, küçük bir sırta dayanarak ovaya bakan değirmenin uğultusu duyulmuyordu. Bu kış günlerinde üç gün işlerse beş gün işlemiyor, kapısının önündeki, yaprakları dökülmüş, üç söğütle tamamen terk edilmiş bir viraneyi andırıyordu.
Küçük Hasan hiçbir şey düşünmeden ilerliyordu. Ne evde kendisinin dönmesini bekleyen iki küçük kardeşi ne de dört saat uzaktaki nahiye merkezinde hizmetçilik yapan anası bu anda aklında değildi. Ayranını satıp satamayacağını da düşünmüyordu. Kafasında yalnız bir şey vardı: Bu yolu tekrar yürümek, geri dönmek mecburiyeti…
Uzun bir ağlamanın sonundaymış gibi içini çekti. Maşrapayı tuttuğu sol elinin çatlaklarla örtülü üst tarafı ile burnunu sildi. Gözlerini ileri çevirince istasyona yaklaştığını gördü.
İki tarafı çıplak dağlarla çevrilen