Profesör Challenger’ın Tüm Maceraları. Артур Конан Дойл
hâlde pipomu içerek ilk nöbeti ben alıyorum.” dedi Summerlee.
Ve bundan sonra da nöbetçi olmadan kendimizi güvende hissetmedik.
Sabahleyin, bizi gece yarısı uykularımızdan uyandıran korkunç velvelenin kaynağını bulmakta pek zorluk çekmemiştik. İguanodon’ları gördüğümüz açıklık alan, korkunç bir vahşet sahnesine bürünmüştü. Ortalıktaki kan gölünden ve yeşilliğin ötesine berisine saçılmış bir sürü kocaman et parçasından, ilk önce birkaç tane hayvanın parçalandığını zannetmiştik. Ancak kalıntıları yakından inceleyince, bütün bu et ve kanın daha önce gördüğümüz hantal yaratıklardan sadece bir tekine ait olduğunu keşfettik. Hayvan kelimenin tam anlamıyla parça parça edilmişti, belki de kendinden çok daha büyük bir hayvan tarafından değil ama çok çok daha vahşi, gaddar bir canavar tarafından.
Bizim iki profesör şimdi oturmuş, kalıntıları parça parça incelerlerken hararetli bir tartışmaya dalmışlardı. Parça etlerin üzerinde diş izleri ve kocaman pençe izleri görünüyordu.
Challenger, dizinde kocaman, beyazımsı bir et parçasıyla oturmuş:
“Buradaki belirtiler, mağaralarımızın kalıntılarında rastladığımız kılıç dişli kaplanın belirtileriyle uyuşuyor ancak yine de peşin hükümlü olmamamız gerek. Zira bizim gördüğümüz yaratık kesinlikle daha iri ve sürüngen cinsi bir şeydi. Şahsen ben buna allosaurus deme taraftarıyım.” dedi.
“Veya megalosaurus.” dedi Summerlee.
“Kesinlikle! Etobur dinozorların herhangi birisi kolaylıkla bu kategoriye girebilir. Bunların arasındaki hayvanların bir kısmı, şimdiye dek dünyanın başına musallat olmuş hayvanların en beteridir. Veya bir müzenin sahip olma şansına erişebileceği en nadide hayvanlardır da diyebiliriz.” dedi ve kendi yaptığı benzetmeye gevrek gevrek güldü.
Çok kıt bir espri anlayışına sahip olmasına rağmen, kendi ağzından çıkan en ufak bir nükte bile beraberinde gürültülü bir kahkaha getirmekten hiç geri kalmıyordu.
“Ne kadar az gürültü yaparsak o kadar iyi olur.” dedi Lord Roxton kısaca. “Eğer bu ahbap çavuş, kahvaltısı için geri dönüp de bizi burada yakalarsa gülecek pek bir şeyimiz kalmayacak. Ha, bir de iguanodon’un arkasındaki şu leke de ne ola ki?”
Omuz bölgesine yakın bir yerlerde, pütürlü derinin üzerinde asfalt izine benzeyen, tuhaf, yuvarlak bir siyah leke vardı. Summerlee iki gün önce yavrulardan birinin üzerinde benzer bir işaret gördüğünü söylediyse de hiçbirimiz bunun ne olduğunu çıkaramamıştık. Challenger bir şey söylememişti ama şişinmiş, kibirli hâlinden isterse bunun ne olduğunu söyleyebileceği anlaşılıyordu. Nihayet Lord John görüşünün ne olduğunu doğrudan sordu.
“Eğer Sayın Lord Majesteleri ağzımı açmama izin verirlerse duygularımı belli etmekten memnunluk duyacağım.” dedi Challenger, alaylı bir ifadeyle lafı dolandırarak. “Ne yazık ki benim, majestelerinin alışık olduğu tarzda iş görme huyum yok. Doğrusu zararsız bir latifeye gülmek için sizden izin almam gerektiğini bilmiyordum.”
Alıngan arkadaşımız ancak kendisinden özür dilendiğini duyduktan sonra gönlünün alınmasına razı olmuştu. Rencide olmuş duyguları nihayet teskin edilebildiğinde, oturduğu devrilmiş ağaçtan hepimize, her zamanki alışkanlığıyla, sanki bin kişilik sınıfa çok önemli sırlar açıklar gibi bir hava takınarak, uzunca bir söylev çekti.
“Lekeler hakkında, arkadaşım ve meslektaşım Summerlee’nin fikrine katılıyorum. Yani lekeler bence de asfalttan kaynaklanıyor.” dedi. “Bu plato, tabiatı gereği oldukça volkanik olduğundan ve asfaltın da plutonik etkilerle olan ilişkisinden yola çıkarak, bu maddenin etrafta sıvı hâlde serbestçe bulunabileceğinden hiç şüphem yok. Tabii, yaratık da kolaylıkla bu maddeye bulaşmış olabilir. Kabaca bildiğimiz kadarıyla bu plato herhangi bir İngiliz vilayeti büyüklüğünde. Bu tecrit edilmiş alanda, soyları çoğunlukla tükenmiş olan çeşitli hayvanlar uzun seneler birlikte yaşamışlar. Şimdiye kadar kontrolsüz olarak çoğalan etobur yaratıkların, besin kaynaklarını tüketmiş olmaları veya et yeme alışkanlıklarını değiştirmiş olmaları veya açlıktan ölüp gitmiş olmaları gerektiği çok açık gibi geliyor bana. Fakat gördüğümüz kadarıyla durum böyle olmamış. Doğanın dengesinin bir şekilde korunarak bu yırtıcı hayvanların sayısının kısıtlı kaldığına hükmedebiliriz. Sonuç olarak çözmemiz gereken en ilginç problemlerden biri, bu kısıtlamayı neyin meydana getirdiği; bunu bulmalı ve nasıl işlediğini öğrenmeliyiz. Ümit ediyorum ki yakın bir gelecekte etobur yaratıkları daha yakından inceleme fırsatımız doğacaktır.”
“Bense böyle bir şeyin bir daha hiç olmamasını ümit ediyorum.” diye konuştum.
Profesör, sanki arsız öğrencilerinden birisi yersiz bir laf edivermiş gibi, koca kaşlarını sadece şöyle bir kaldırdı.
“Belki Profesör Summerlee de konu hakkında bazı gözlemlerde bulunmak istiyordur.” dedi.
Ve hemen arkasından iki bilim adamı, doğum oranındaki bir değişmenin, besin kaynaklarının tükenmesiyle meydana gelebilecek hayat mücadelesi şartlarında bir kısıtlama getirip getirmeyeceğine dair hafif bir bilimsel müzakereye koyuldular.
O sabah kendimizi pterodactyl bataklığından sakınarak, platonun ufak bir bölümünü dolaştık. Bu sefer derenin batısını takip etmek yerine güneyine doğru ilerliyorduk. Bu yönde, bölge hâlâ sık ağaçlarla kaplıydı; ayrıca bir sürü yeni sürgün, yürümeyi bir hayli yavaşlatıyordu.
Şimdiye kadar hep Maple White Ülkesi’nin korkutucu yanları üzerinde durdum ama meselenin bir de öbür yüzü var tabii ki çünkü bütün o sabah boyunca şahane çiçekler arasında dolaşmıştık. Gözlemlediğim kadarıyla çoğu, sarı ve beyaz renkteydi. Profesörlerimizin izah ettiğine göre bunlar birincil çiçek renkleriymiş. Birçok yerde zemin bu çiçeklerle öylesine dolmuştu ki, ayak bileklerimize kadar içine bata çıka yürüdüğümüz bu çiçek halısı, tatlı kokularıyla ve yoğunluğuyla bizi âdeta sarhoş ediyordu. Tanıdık İngiliz arısı etrafımızda ve her yerde vızıldayıp duruyordu. Altından geçtiğimiz ağaçların çoğu, meyvelerle dolu dallarını bize uzatmışlardı. Kimi meyveleri biliyorken, diğer bazıları ise bizim için tamamen yeniydi. Kuşların hangilerini gagaladığını gözlemleyerek zehirlileri zehirsizlerden ayırt edebiliyorduk. Böylece yiyecek stoğumuza harikulade yeni lezzetler eklemiştik. Aştığımız ormanda, vahşi hayvanların ayak izleriyle dolu sayısız patika vardı. Daha bataklık alanlarda ise bol miktarda ve çok garip ayak izlerine rastladık. Aralarında çoklukla iguanodon izi de vardı. Bir koruya girdiğimizde bu koca hayvanların bir çoğunun otlamakta olduklarını görmüştük. Lord John, dürbünüyle bakarak bunların da asfaltla lekelendiklerini söyledi. Ancak bunların lekeleri sabahleyin incelediğimiz hayvanınkinden farklı yerlerdeydi. Bu tuhaflığın ne anlama geldiğini çıkaramamıştık.
Oklu kirpi, pullu karıncayiyen ve alaca renkli, uzun kıvrık dişli bir yabani domuz gibi birçok hayvana rastladık. Bir seferinde de ağaçların arasındaki bir açıklıktan uzaktaki yeşil bir tepeliğin bir bölümünü gördük. Tepeliğin görüş alanımız içindeki kısmında, boz renkli, iri bir hayvan hızla koşturmaktaydı; öyle seri bir şekilde geçip gitti ki ne olduğunu anlayamadık. Ama eğer Lord John’un iddia ettiği gibi bir geyik olsaydı, o hâlde bunun en az, zaman zaman İrlanda’nın bataklıklarında ortaya çıkan İrlanda geyiği iriliğinde, dev gibi bir hayvan olması gerekecekti.
Kampta baş gösteren o esrarengiz ziyaretten beri ne zaman buraya geri dönsek, tedirgin ve şüpheci duygular içerisinde oluyorduk. Fakat bu sefer her şeyi yerli yerinde bulmuştuk.
Aynı