Profesör Challenger’ın Tüm Maceraları. Артур Конан Дойл
gerektiğini anlamıştık. Koca canavarlar ilk önce tehlikenin derecesini kestirmek ister gibi, kocaman bir halka şeklinde uçtular. Sonra halkayı gittikçe daraltarak alçaldıkça alçaldılar ve en nihayet bizi kuşatmaya aldılar. Artık etrafımızda ıslıklar çalan, arduvaz renkli, dev kanatların kuru, çıtırdayan seslerinin yarattığı curcuna, bana sanki yarış günündeki Hendon Havaalanı’nı anımsatmıştı.
“Ağaçlık alana kaçın ve birbirinizden ayrılmayın!” diye bağırdı Lord John tüfeğini kavrarken. “Bu canavarların niyeti kötü!”
Geri çekilmeye davrandığımız anda, halka etrafımızda kapandı, şimdi en yakınımızdaki kanatların ucu neredeyse yüzümüze değiyordu. Bunlara tüfeklerimizin dipçikleriyle darbeler indiriyorduk, ancak vuracak sertlikte bir yer bulamadığımızdan hayvanlar yaralanmıyorlardı bile. Bu esnada aniden halkanın içinden fırlayan keskin bir gaga üzerimize hamle yaptı. Arkasından bir daha ve bir daha… Hamleler yağmur gibi üzerimize yağıyordu. Summerlee bir çığlık kopararak dere gibi kan boşalan yüzünü elleriyle kapattı. Ben de ensemde bir dürtme hissederek şokun verdiği baş dönmesiyle arkama dönmeye davrandım. Challenger yere kapaklanmıştı, onu kaldırmak için durduğum anda arkamdan bir darbe daha alarak onun üzerine kapaklandım. Aynı anda Lord John’un fil avı tüfeğinin patlamasını duyarak başımı kaldırdığımda, yaratıklardan birinin kırık kanadıyla yerde debelendiğini gördüm. Kanlı, patlak gözleri ve ardına kadar açılmış gagasıyla, tükürüp köpükler saçan hâliyle bir Orta Çağ şeytanını andırıyordu. Hemcinsleri ani gürültünün tesiriyle yukarıya fırlamışlardı ve başımızın üzerinde dönüp duruyorlardı.
“Haydi!” diye bağırdı Lord John. “Kaçın! Canınızı kurtarmaya bakın!”
Sendeleyerek ağaçlara doğru koşmaya başladık. Zıpkınlar yine üzerimize saldırmaya koyulmuştu. Summerlee yere düşmüş, tozun toprağın arasında debeleniyordu. Onu çekiştirerek kurtardığımız gibi ağaçların arasına daldık. Burada emniyetteydik, çünkü dalların altında o koca kanatların açılması için yeterli alan yoktu. Bozguna uğramış ve hırpalanmış bir hâlde güç bela kampımıza doğru ilerlerken, çok yukarılarda, neredeyse yabani güvercinler kadar ufalmış gibi görünen canavarların, üzerimizde dönüp durarak ilerleyişimizi takip ettiklerini görebiliyorduk. Nihayet sık ağaçlı ormana eriştiğimizde kovalamacayı bırakarak gözden kayboldular.
Derenin kenarında mola verdiğimizde zedelenmiş dizini yıkayan Challenger:
“Çok ilginç ve ikna edici bir deneyim.” dedi. “Azgın bir pterodactyl’in davranış metotları hakkında çok detaylı bilgiler edindik, Summerlee.”
Ben ensemdeki berbat yarayı sararken, Summerlee de alnında açılmış bir yaradan akan kanları siliyordu. Lord John’un ceketinin omuz kısmı parçalanmıştı ama yaratığın dişleri eti şöyle bir sıyırmıştı sadece.
“Şuna dikkatinizi çekmek isterim ki…” dedi Challenger. “Genç arkadaşımızın bir gaga darbesi aldığı kesin. Bununla beraber Lord John’un ceketi ancak bir ısırmayla parçalanabilirdi. Bana yapılan saldırıda ise başıma kanat darbeleri aldım. Dolayısıyla canavarların çeşitli saldırı metotları açısından kayda değer bir gözlem oldu bu.”
“Neredeyse canımızı teslim ediyorduk!” dedi Lord John, son derece ciddi olarak. “Ve böyle berbat pislikler tarafından tüketilmekten daha rezil bir ölüm düşünemiyorum. Ateş ettiğim için üzgünüm ama Tanrı aşkına başka şansımız yoktu!”
“Eğer etmeseydin şimdi burada olmayacaktık.” dedim emin bir ifadeyle.
“Belki bir zararı olmaz.” diye yanıtladı. “Bunca ağacın arasında devrilip kırılan ağaçlar da silah sesine benzer sesler çıkarıyordur mutlaka. Şimdi, siz de eğer benimle aynı fikirdeyseniz, bir gün için yeterince heyecan yaşadık derim ben. Şu anda yapacağımız en iyi iş, bir an önce kampa dönüp yardım çantasındaki fenol asitle yaralarımızı temizlemek olacaktır. Kim bilir bu canavarlar iğrenç çenelerinde ne gibi zehirler taşıyordu.”
Yine de herhâlde dünya var olalı beri kimse böylesi bir gün yaşamamıştır. Her an sürprizlerle karşı karşıyaydık. Derenin yönünü takip ederek, sonunda ormanda daha önce gördüğümüz açıklığa ulaşıp kampımızın dikenli barikatının da yerinde durduğunu görünce, artık maceramızın sona erdiğini düşünmüştük. Ancak dinlenmeden önce halletmemiz gereken sorunlar vardı şimdi ortada. Challenger Kalesi’nin kapısına dokunulmamış, duvarları yıkılmamıştı ama görüldüğü kadarıyla yokluğumuz sırasında güçlü kuvvetli bir yaratığın ziyaretine maruz kalmıştı. Yaratığın nasıl bir şey olduğunu gösterecek hiçbir ayak izi yoktu ve kampa nasıl girip çıktığını gösteren tek işaret, dev ginkgo ağacının aşağı sarkmış dallarıydı. Malzemelerimizin durumuna bakılırsa, kötü niyetli yaratık, kuvvetini gösteren pek çok kanıt bırakmıştı. Bütün eşyalarımız darmadağın edilerek oraya buraya saçılmış ve bir et konservesi, içindekini çıkarmak için parça parça edilmişti. Bir fişek sandığı, kibrit çöpü gibi ufalanmış, hemen yanı başındaki pirinç muhafazalardan biri de lime lime edilmişti. Belli belirsiz bir korkunun ağırlığı tekrar üzerimize çökmüştü ve ürkek gözlerle, her bir köşesinde bilinmedik dehşetler barındırabilecek karanlık gölgeleri taradık. O anda Zambo’nun bizi selamlayan sesini duymak ne kadar da rahatlatmıştı hepimizi. Platonun ucuna giderek karşı tepede oturmuş sırıtırken bulduk onu.
“Her şey yolunda Afandi Challenger, her şey yolunda!” diye bağırdı. “Ben burada kalmak. Siz korkmamak. Siz beni her istediğinizde burada bulmak.”
Onun dürüst, siyah yüzü, önümüzde uzanan muazzam manzaranın bizi kısmen Amazon’un uzantısına alıp götürmesi, bir anda aklımızı başımıza getirmişti. Bir kez daha anlamıştık ki gerçekten yirminci yüzyılda ve bu garip topraklar üzerindeydik. Yoksa bir büyünün etkisiyle yeni oluşmakta olan bir gezegenin başlangıç aşamasına, en deli zamanlarına götürülmüş filan değildik. Ta ufuktaki mor ışığın, şimdi üzerinde buharlı gemilerin gidip geldiği ve insanların günlük, alelade şeyler konuştuğu Amazon’a dek ulaştığını düşünebilmek öylesine zordu ki bizim için. Bu tarih öncesi yaratıkların dolaştığı topraklarda kısılıp kalmışken, normal hayatın gerçeklerinden tamamen kopmuştuk.
Bu olağanüstü günden aklımda kalan bir şey daha var ve bu mektubu onunla bitirmek istiyorum. Belli ki yaralarının etkisiyle sinirleri bozulmuş iki profesör, bize saldıran yaratıkların genus pterodactylus’a mı yoksa dimorphodon cinsine mi ait olduğu konusunda anlaşmazlığa düşmüşler ve yine bir sürü bilimsel lafa dalmışlardı. Onların ağız dalaşına bulaşmamak için yanlarından biraz uzaklaşıp, devrilmiş bir ağacın gövdesine oturmuş sigara içerken Lord John yanıma geldi.
“Aklıma geldi de Malone, şu canavarların olduğu yeri hatırlıyor musun?”
“Hem de nasıl…”
“Bir nevi volkanik çukurdu, değil mi?”
“Aynen.” dedim.
“Toprağı fark ettin mi?”
“Kayalıktı.”
“Peki, suyun etrafında, sazlıkların olduğu yerde?”
“Mavimtırak bir topraktı. Sanki killi toprak gibi.”
“Kesinlikle! Mavi kil dolu volkanik bir çanak.”
“Ee, ne olmuş?” dedim.
“Hiç, yok bir şey…” diyerek tartışan profesörlerin seslerinin sürekli bir atışmaya dönüştüğü alana doğru ağır ağır geri döndü.
Summerlee’nin