Profesör Challenger’ın Tüm Maceraları. Артур Конан Дойл
yeni bir ülkeye girmek üzereyiz. Körü körüne ileri atılmak uğruna sağduyuyu ve tedbiri elden bırakmak, benim bildiğim liderlik anlayışıyla hiç bağdaşmıyor.”
Yapılan itiraz, kolayca geçiştirilemeyecek kadar yerindeydi. Challenger başını sallayarak ağır omuzlarını silkti.
“Pekâlâ, bayım, ne öneriyorsunuz?”
“Tam şu çalıların ardında, öğle yemeği için pusuya yatmış bir yamyam kabilesi olmayacağını nereden bilebiliriz ki?” dedi Lord John, köprünün ilerisine bakarak. “Tencerenin içine girmeden kafayı çalıştırmak daha iyidir; o hâlde hiçbir tehlike yokmuş gibi sakin, ancak aynı zamanda da bir tehlike varmış gibi hazırlıklı olacağız. Bu yüzden Malone’la ben aşağıya inerek tüfekleri ve Gomez’le geride kalanların hepsini yukarı getireceğiz. Bundan sonra bir kişi karşıya geçebilir ve diğerleri de ortamın bütün grup için ilerlemeye uygun olduğuna karar verinceye kadar onu silahlarıyla korur.”
Challenger, kesik ağacın yerde kalan dibine oturdu ve sabırsızlığını homurdanarak açığa vurdu. Ama Summerlee’yle ben, bu gibi pratik detaylar söz konusu olduğu zaman Lord John’un liderliğinde hemfikirdik. Çıkışın en zor bölümünden aşağı sallanan ip sayesinde tırmanış şimdi çok daha kolaydı; bir saat içinde tüfeklerle çifteyi yukarı çıkarmıştık. Bu arada melezler de yukarı tırmanarak Lord John’un emriyle, birinci keşif gezisinin uzun sürmesi olasılığına karşılık bir balya erzak getirmişlerdi. Her birimiz fişek dolu birer askılık taşıyorduk.
Lord John bütün hazırlıklar tamamlandıktan sonra Challenger’a dönerek: “Şimdi Challenger, hâlâ ilk kişi olmakta ısrar ediyorsanız…” dedi.
“Bu nazik izniniz için size teşekür borçluyum.” dedi profesör, kızgınlıkla.
Otoritenin her türlüsüne karşı bu denli hoşgörüsüz bir adam az bulunurdu doğrusu.
“Mademki böylesine bir alicenaplık gösterdiniz, ben de bunu seve seve kabul ediyor ve grubun öncüsü olarak ilk adımı atıyorum.”
Bacaklarını uçurumun kenarından sallandırarak oturduktan sonra sırtındaki küçük baltasıyla kütüğün üzerine çıkan Challenger, kısa bir zamanda hoplaya zıplaya karşıya geçivermişti. Yukarı tırmanarak ellerini havada salladı.
“Nihayet!” diye haykırdı. “Nihayet!”
Arkasındaki yeşil perdenin gerisinden her an fırlayabilecek korkunç bir akıbetin onu karşılayacağına dair belli belirsiz bir beklentiyle süzüyordum onu. Ancak ayaklarının dibinden havalanan rengârenk, tuhaf bir kuşun uçarak ağaçların arasında kaybolması dışında, ortalıkta çıt yoktu.
Sırada Summerlee vardı. Böylesine çelimsiz bir gövdede bu denli enerji şaşılacak bir şeydi. Sırtına iki tüfek asılmasında ısrar etti, böylece karşı tarafa geçtiğinde her iki profesör de silahlanmış olacaktı. Arkasından da ben geliyordum. Altımda uzanan korkunç uçuruma bakmamak için dişimi sıktım. Summerlee, tüfeğinin dipçik ucunu uzattı ve göz açıp kapayıncaya kadar geçen bir süre içinde elini yakalayabildim. Lord John’a gelince, sadece yürüdü; hem de hiç yardımsız! Çelik gibi sinirleri olmalı.
Ve işte dördümüz de oradaydık; masal ülkesinde, Maple White’ın kayıp dünyasında. Bu an hepimize başarının zirvesi gibi gözükmüştü. Aslında bunun felaketimizin zirvesine başlangıç olacağını kim tahmin edebilirdi ki!.. Size kısaca, o mahvedici darbenin nasıl üstümüze indiğini anlatayım şimdi.
Uçurumun kenarından dönüp uzaklaşarak yakındaki fundalıklarda elli metre kadar ilerlemişken, arkamızdan korkunç bir parçalanma gürültüsü gelmişti. O anda geldiğimiz yöne doğru koşmaya başladık. Köprü gitmişti!..
Aşağıya baktığımda uçurumun ta dibinde birbirine geçmiş dalları ve parçalanmış gövdeyi gördüm. Bizim kayın ağacıydı bu. Uçurumun kenarı çökerek aşağıya düşmesine mi neden olmuştu yoksa? Bir an için hepimizin aklına bu açıklama geldi. Sonra önümüzde duran kayalık zirvenin uzak köşesinden esmer bir surat çıktı ortaya yavaş yavaş; Gomez’in, melezin suratı. Evet evet, Gomez’di bu. Ama o bildiğimiz mahcup gülüşlü, maske gibi ifadesiz yüzlü Gomez değil. Çakmak çakmak gözlü, çarpık hatlara sahip, nefretin kastığı ve intikam zevkinin çılgın sevincini yansıtan bir yüzdü bu.
“Lord Roxton!” diye bağırdı. “Lord John Roxton!” “Eh…” dedi arkadaşımız. “Buradayım işte!”
Uçurumun öte yanından gürültülü bir kahkaha koptu.
“Evet, oradasın, seni İngiliz köpeği ve orada kalacaksın! Bekledim, bekledim, hep bekledim ve sonunda şans bana güldü. Yukarı çıkmayı zor başarmıştınız; aşağı inmenin daha zor olduğunu göreceksiniz şimdi. Sizi lanetli aptallar, tuzağa düştünüz, hepiniz tuzağa düştünüz!”
Şaşkınlıktan sersemlemiş bir hâldeydik, konuşamadık bile. Öylece donakalmış birbirimize bakıyorduk. Çimenliğin üzerindeki kocaman, kırılmış bir dal parçası, köprüyü oynatmak için nereden destek aldığını gösteriyordu. Yüzü ortadan kaybolmuştu, ancak bir süre sonra öncekinden daha da çılgın olarak tekrar gözüktü.
“O mağarada attığımız taşla neredeyse öldürmüştük sizi!” diye haykırdı. “Ama böylesi daha iyi. Daha yavaş, daha beter. Kemikleriniz çürüyecek orada ve kimse nerede yattığınızı bilmeyecek, gömmeye gelemeyecek sizi. Geberirken Lopez’i hatırla, Putomayo Nehri’nde beş yıl önce vurduğun Lopez’i! Kardeşiyim ben onun ve artık ne olursa olsun rahat öleceğim. Çünkü intikamını aldım!”
Öfkeli bir el bize doğru sallandı ve arkasından her yer sessizliğe gömüldü.
Melez, basitçe intikamını gerçekleştirip kaçmış olsaydı, onun için her şey yolunda gitmiş olacaktı. Hâlbuki dramatik olma uğruna, Latin karakterinin karşı konulmaz dürtüsüyle sergilediği bu şov, onun sonunu getirmişti. Roxton gibi, üç ülkede “Tanrı’nın Kamçısı” lakabını kazanmış bir adam, öyle rahat rahat alaya alınamazdı. Melez, zirvenin uzak tarafından aşağıya inmekteydi, ama daha yere ulaşamadan, Lord John platonun kenarı boyunca koşarak adamını görebileceği bir noktaya konuşlanmıştı bile. Tüfeğinden çıkan tek bir patlama sesi duyuldu ve hiçbir şey görmememize rağmen, bağırtıyı ve arkasından devrilen gövdeden çıkan “küt” sesini duyduk.
Roxton yanımıza döndüğünde yüzü granit gibiydi.
“Ne kadar aptal ve körmüşüm!” dedi acı acı. “Sizi bütün bu belaya benim ahmaklığım sürükledi. Bu insanların nasıl da uzun zaman kan davası güttüklerini hatırlamalı ve çok daha dikkatli olmalıydım.”
“Ya diğeri ne oldu? O ağacı oradan iki kişi kaldırdı.”
“Vurabilirdim onu ama kaçmasına izin verdim. Belki de bu işe bulaşmamıştır. Ama belki onu da öldürseydim daha iyiydi zira dediğiniz gibi ona yardım etmiş olabilir.”
Şimdi melezin gerçek niyeti ortaya çıktığına göre, hepimiz şöyle bir kafamızı yokladığımızda, geçmişteki hareketlerinden sinsi, uğursuz bir anlam çıkarabiliyorduk. Devamlı planlarımızı bilmek istemesi, çadırın dışında gizlice bizi dinlerken yakalanması, zaman zaman yüzünde yakalayıp şaşırdığımız o kaçamak nefret ifadesi… Aşağıdaki ovada meydana gelen garip bir sahne dikkatimizi çekene kadar hâlâ bunu tartışıyor ve gelişen olaylara adapte olmaya çalışıyorduk. Beyaz elbiseli bir adam, ki bu ancak hayatta kalan diğer melez olabilirdi, sanki arkasından ölüm kovalıyormuş gibi koşturuyordu. Hemen bir iki metre gerisinde ise onu bizim sadık zencimiz dev Zambo’nun ta kendisi takip etmekteydi. Bir anda kaçağın sırtına sıçrayarak kollarını boynunun etrafında