Profesör Challenger’ın Tüm Maceraları. Артур Конан Дойл

Profesör Challenger’ın Tüm Maceraları - Артур Конан Дойл


Скачать книгу
ne de elimizdeki araç gereç yeterdi. Bütün bu düşüncelerle o gece battaniyelerimizi çıkartıp yatmaya hazırlanırken birbirimizle neredeyse hiç konuşmamıştık. Bu derece moral çöküntüsü içindeyken de hiç garip değildi bu. Uykuya dalıp giderken son hatırlayabildiğim şey, kocaman kafasını iki eliyle tutmuş ve göründüğü kadarıyla derin düşüncelere dalmış Challenger’ın dev bir kurbağa gibi ateşin yanına çömelmiş görüntüsüydü. İyi geceler dileğimi duymadı bile…

      Ancak sabahleyin bizi selamlayan Challenger bambaşka birisiydi sanki: Neşeden ve kendini tebrik etmekten dolayı etrafına ışık saçan bir Challenger. Kahvaltı için toplanmış olan bizlere bakarken yüzünde sanki, “Evet, evet, bütün söyleyebileceklerinizi hak ettiğimi biliyorum, lütfen dile getirmeyin de boşuna yüzüm kızarmasın şimdi.” der gibi, yerine uymayan sahte bir alçak gönüllülük ifadesi vardı. Sakalı övünçle parlıyordu, göğsü öndeydi ve elini ceketinin önüne sokuşturmuştu. Belki de zamanı gelince Trafalgar Meydanı’ndaki boş kaidelerden birine yerleştirilmeye uygun görüyordu kendisini… Londra’nın sokaklarına bir dehşet sahnesi daha eklenecekti demek.

      “Evreka!” diye bağırdı, dişleri sakalının arasında parlayarak. “Baylar, beni tebrik edebilirsiniz ve biz de birbirimizi tebrik edebiliriz. Problem çözülmüştür.”

      “Yukarı bir çıkış yolu mu buldun?!”

      “Öyle düşünülebilir.”

      “Nereden peki?”

      Cevap olarak sağımızdaki çan kulesi biçimli zirveyi işaret etti.

      Tepeye göz gezdirirken suratlarımızın -en azından benimkinin-hafiften rengi uçmuştu. Arkadaşımız tepeye tırmanabileceğimize emindi, kabul, ancak tepeyle plato arasında korkunç bir uçurum vardı.

      Soluğum tutularak: “Karşıya geçmemiz imkânsız!” dedim.

      “En azından hepimiz zirveye ulaşabiliriz.” dedi. “Ve oraya vardığımızda size bu düşünen beynin işinin henüz bitmediğini gösterebilirim belki.”

      Kahvaltıdan sonra, liderimizin tırmanma araç gereçlerini getirdiği çıkını açtık. Profesör, bunun içinden 50 metre uzunluğunda, en hafif ve en sağlamından bir kangal ip, tırmanış demirleri ve kelepçelerle başka çeşitli alet edevat çıkardı. Lord John deneyimli bir dağcıydı; Summerlee de çeşitli zamanlarda bir iki sıkı tırmanış gerçekleştirmişti. Böylece tırmanma ekibinin en acemisi gerçekten ben oluyordum fakat belki de kuvvetim ve becerikliliğim, deneyimsizliğimi kapatabilirdi.

      Bu iş aslında o kadar da zorlu bir şey değilmiş. Ancak öyle anlar olmuştu ki saçlarımın diken diken olduğunu hissetmiştim. İlk yarı çok kolaydı ama ondan sonra kayalık son yirmi metreye kadar gittikçe dikleşti, öyle ki artık kelimenin tam anlamıyla bütün parmaklarımızla ve ayak parmaklarımızla kayanın en ufak çıkıntılarına, en küçük yarıklarına yapışarak ilerliyorduk. Eğer Challenger zirveye ulaşıp (Böylesine hantal görünümlü bir adamda böyle bir çeviklik olağanüstüydü doğrusu.) ipi, orada büyümüş koca bir ağacın gövdesine bağlamasaydı, ne ben ne de Summerlee bu işin altından kalkabilecektik. Bundan sonra ipin yardımıyla çabucak bu sarp duvarı tırmanarak kendimizi ufak, yeşillik bir platformda bulmamız oldukça kolay olmuştu. Zirveyi oluşturan düzlük her iki yanda da aşağı yukarı sekiz metre kadar uzanıyordu.

      Soluğumu tutarak aşağıya baktığımda edindiğim ilk izlenim, şu ana dek aştığımız toprakların ne derece olağanüstü bir manzara sergilediğiydi. Bütün Brezilya Ovası altımızda seriliydi sanki; uzayıp gidiyor, gidiyor ve sonunda belli belirsiz mavi sisler arasında, çok uzaklardaki bir ufkun ardında kayboluyordu. Ön planda eğrelti ağaçlarının nokta nokta gözüktüğü, kayalar serpiştirilmiş uzun bayır göze çarpıyordu. İleride, ortalarda bir yerlerde, eyer sırtı gibi bir tepenin arkasında, aşmış olduğumuz bambuların sarı ve yeşil yumağını görebiliyordum. Sonra bitki örtüsü yavaşça çoğalarak görünen ufka kadar uzanıyor, oradan sonra da en az iki bin mil boyunca devam ederek koskoca bir ormana dönüşüyordu.

      Ben hâlâ bu manzarayı sindirmeye çalışırken profesörün ağır eli omzuma yaslandı.

      “Bu taraftan, genç dostum.” dedi. “Vestigia nulla retrorsum. Her zaman parlak hedefimize bakalım, asla geriye değil.”

      Döndüğüm zaman platonun seviyesinin, bulunduğumuz seviyeyle tamamen aynı olduğunu gördüm. Tek tük ağacın aralarından yükseldiği fundalıkların yeşil kıyıları o denli yakındı ki burasının hâlâ ne kadar erişilmez olduğunu kavrayabilmek oldukça zordu. Aralık, kaba bir tahminle on iki metre civarındaydı, ancak görebildiğim kadarıyla on iki mil olsa da pek bir şey fark etmeyecekti. Kolumun birini ağacın gövdesine koyarak uçurumdan aşağı sarktım. Ta aşağıda, yukarıya bakan hizmetçilerimizin küçücük, koyu şekilleri seçilebiliyordu. Duvar, şimdi önümde bana bakan mutlak bir uçurumdu.

      “Gerçekten ilginç bu.” dedi Profesör Summerlee çatlak bir sesle.

      Dönerek tutunduğum ağacı büyük bir merakla incelediğini gördüm. Ağacın yumuşak kabuğu ve küçük, girintili çıkıntılı yaprakları bana tanıdık gibi gelmişti.

      “Yok canım, sadece bir kayın bu!” diye seslendim.

      “Aynen öyle, uzak bir ülkede tanıdık bir sima.” dedi Summerlee.

      Challenger ise “Eğer benzetmenizi biraz daha genişletmeme izin verirseniz, bunun sadece tanıdık bir sima değil, aynı zamanda birinci derecede müttefiğimiz olduğunu da söylemeliyim.” diye ekledi. “Bu kayın ağacı bizim kurtarıcımız olacak.”

      “Vay canına!” diye haykırdı Lord John. “Bir köprü ha!”

      “Kesinlikle dostlarım, bir köprü! Dün akşam boşuna bir saat kafa patlatmadım bu durumu çözmek için. Bir keresinde genç arkadaşımıza G. E. C.’nin sırtını duvara verdi mi kafasının zehir gibi çalıştığını söylediğimi hatırlayabiliyorum. Geçen akşam sizin de kabul edeceğiniz gibi hepimizin sırtı duvara dönüktü. Ancak şu da bir gerçek ki zekâ ve irade birleşince her zaman bir çıkış yolu vardır. Uçuruma boylu boyunca uzatılabilecek bir asma köprü bulunmalıydı. Ve işte karşımızda duruyor, bakın!”

      Hakikaten müthiş bir fikirdi bu. Ağaç hiç değilse 18 20 metre vardı ve uygun bir şekilde düşürülebilirse uçurumu kolaylıkla birleştirebilirdi. Challenger yukarı tırmanırken baltayı omzuna asmıştı; onu bana uzattı.

      “Genç dostumuzun gücü kuvveti yerinde.” dedi. “Zannediyorum bu işi en iyi o becerebilecek. Ancak sizden de kendi başınıza karar vermemenizi, aynen talimat verildiği üzere hareket etmenizi istemek zorundayım.”

      Onun talimatları doğrultusunda, tam istediğimiz gibi düşecek şekilde oyuklar açmaya başlamıştım ağacın üzerinde. Ağaç zaten doğal olarak platoya doğru kuvvetlice bir eğim yaptığından pek zor olmadı bu iş. Bundan sonra da Lord John’la dönüşümlü olarak ağacın gövdesi üzerinde çalışmayı sürdürdük. Bir saatin biraz üzerinde bir zaman sonra kuvvetli bir çatırtı koptu ve ardından, ağaç ileri doğru kaykılıp, dallarını öte taraftaki fundalıkların arasına gömerek devriliverdi. Ağacın gövde ucu uçurumun tam kenarına yuvarlanınca, bir an için her şeyin bittiğini zannettik. Ancak kenara beş on santim kala dengede kaldı; böylece bilinmedik topraklara ulaşmamızı sağlayacak olan köprü görevini başarıyla yerine getirmişti.

      Şimdi hepimiz, şapkasını çıkarmış, her birimizin önünde fiyakalı bir şekilde reverans yapan Challenger’ın elini sıkıyorduk.

      “Bilinmeyen ülkeye ilk adımı atma şerefini ben üstleniyorum.” dedi. “Şüphesiz, ileride yapılacak tarihî bir tablo için en uygun şahıs benim.”

      Tam


Скачать книгу