Profesör Challenger’ın Tüm Maceraları. Артур Конан Дойл
bunu aşağı indirdi. Hareket, yaratığın ne denli bir kas gücüne sahip olduğunu göstermekle beraber, aynı oranda küçük bir beyne sahip olduğunu da gösteriyordu. Zira bütün ağırlığıyla üzerine inen ağacın altında kalan canavar, şimdi ciyak ciyak bağırmaktaydı. Demek ki bu azametli görüntüsüne rağmen onun da dayanabileceği bir acı sınırı vardı. Görünüşe göre, başına gelen olaydan ortamın tehlikeli olduğuna kanaat getiren hayvan, şimdi yavaşça sendeleyerek ağaçların arasına ilerlerken eşi ve cüsseli yavrusu da onu takip ediyordu. Ağaçların arasında pırıldayan arduvaz renkli derileri ve çalılıkların ardında aşağı yukarı inip çıkan kafalarıyla son kez gördüğümüz canavarlar, nihayet tamamen gözden kayboldular.
Arkadaşlarıma baktım. Lord John, parmağı tüfeğinin tetiğinde, delici gözlerinde hevesli bir avcının hırs ışıltılarıyla tetikte duruyordu. Albany’deki keyifli evinin şöminesi üzerinde duran küreklerin arasına böyle bir başı yerleştirmek için neler vermezdi kim bilir! Buna rağmen bu harikalar diyarındaki keşif gezimizin güvenliği, varlığımızın gizlenmesine dayandığı için kendini tutmuştu. İki profesör de sessiz bir hayranlık içindeydi. Heyecandan farkında olmadan birbirlerinin ellerini yakalamışlar, bir mucizeye tanık olan iki küçük çocuk gibi duruyorlardı. Challenger’ın yanakları âdeta uhrevi bir gülümsemeyle aydınlanmış, Summerlee’nin yüzündeki alaycı gülüş ise yerini merak ve saygıya terk etmişti.
“Nunc dimittis!” diye bağırdı sonunda. “Bakalım İngiltere’de buna ne diyecekler?”
“Sevgili Summerlee, sana gayet kendimden emin bir şekilde, İngiltere’de ne diyeceklerini aynen söyleyebilirim.” dedi Challenger. “Senin adi bir yalancı ve bilimsel bir şarlatan olduğunu söyleyeceklerdir, tıpkı senin ve arkadaşlarının benim için söylediği gibi…”
“Ya fotoğraflarla kanıtlarsak?”
“Sahte Summerlee, sahte! Beceriksizce taklit edilmiş!”
“Ya örneklerle kanıtlarsak?”
“Ah, işte o zaman onları kıstırabiliriz! Bir de bakmışsın Malone ve birlikte çalıştığı bütün o pislik Fleet Caddesi avanesi bize övgüler düzmüş. 28 Ağustos: Maple White Ülkesi’nde beş adet canlı iguanodon gördüğümüz gün! Yaz bunu günlüğüne genç dostum, sonra da paçavrana gönder.”
“Ve karşılığında da editörün tekmesini yemeye hazırlan.” dedi Lord John. “Londra enleminden olaylar biraz daha farklı görünür delikanlı-adamım. Bir sürü insan var ki inanılmama korkusuyla maceralarını anlatmaz. Kim suçlayabilir ki onları? Zaten bu gördüklerimiz de bir iki ay sonra bize bir rüya gibi gelmeyecek mi sanki? Ne demiştiniz bu yaratıklar için?”
“İguanodon’lar…” dedi Summerlee. “Kent ve Sussex’teki Hastings kumlarının her yerinde bunların ayak izlerini bulabilirsin. Yeterli derecede iyi ve lezzetli yeşillik varken İngiltere’nin güneyi de bu hayvanlarla kaynıyordu. Şartlar değişti ve hayvanlar da öldü. Burada ise ortam değişmemiş gözüküyor ve hayvanlar da hâlâ yaşıyor.”
“Eğer buradan canlı çıkabilirsek yanımda bir kafa götürmeliyim.” dedi Lord John. “Tanrı’m, şu Somali-Uganda bölgesindeki millet bunu bir görebilseydi, suratları nasıl da yemyeşil olurdu düşünsenize! Sizi bilmem ama bana fena hâlde tehlikeli sularda seyrediyormuşuz gibi geliyor.”
Etrafımızdaki esrarlı ve tehlikeli havayı ben de sezinleyebiliyordum. Ağaçların kuytu köşelerinde sanki devamlı bir tehlike kol geziyor gibiydi. Gölgeler içindeki yaprak kümelerine başımızı kaldırıp baktığımızda, yüreğimize belli belirsiz bir korku çörekleniyordu. Aslında, gördüğümüz bu canavar gibi yaratıkların hantal ve zararsız hayvanlar oldukları ve kimseye kolay kolay zarar vermeyecekleri bir gerçekti. Ancak bu harikalar diyarında daha ne gibi yaşam türleri vardı? Kayaların ve çalılıkların arasındaki yuvalarından üzerimize atlayabilecek ne gibi dehşet verici, vahşi yaratıklar bizi bekliyordu kim bilir? Prehistorik yaşam hakkında fazla bir bilgim yoktu. Ama okuduğum bir kitapta, aynı bir kedinin farelerle beslenmesi gibi, bazı yaratıkların aslanlar ve kaplanlarla beslendiklerini açık seçik hatırlayabiliyordum. Ya Maple White’ın ormanlarında da bu yaratıklardan yaşıyorsa!
Etrafımızda nasıl tehlikeler olduğunu tam da o sabah -yeni ülkedeki ilk sabahımızda- öğrenmek yazılıymış kaderimizde. Berbat ve aklıma getirmek istemediğim bir serüven bu. Lord John’un da söylediği gibi, açıklıkta gördüğümüz iguanodon’lar eğer bir rüya olarak kalacaksa, o taktirde pterodactyl’lerin bataklığı mutlaka hafızalarımızda daima bir kâbus olarak kalacaktır. Şimdi size aynen ne olduğunu anlatayım.
Kısmen Lord Roxton’un ilerlememizden önce keşifte bulunması kısmen de her iki adımda bir profesörlerimizden birinin yeni bir cins böcek veya çiçek görerek bir hayret nidası koyvermesinden dolayı, ağaçlıkları çok yavaş geçmiştik. Derenin sağından ilerleyerek açıklık bir alana vardığımızda, belki toplam iki üç mil yol katetmiştik. Çalılık bir yol, ileride karman çorman, kayalık bir alana doğru uzanıyordu. Bütün plato kocaman taş parçalarıyla doluydu. Belimize kadar ulaşan çalılıkların arasından yavaş yavaş bu kayalıklara doğru yürürken, alçak sesli ve ıslığa benzeyen tuhaf bir sesin farkına vardık. Devamlı titreşimiyle havaya yayılan bu ses, sanki hemen önümüzdeki bir yerlerden geliyor gibiydi. Lord John, elini kaldırıp bize durmamız için işaret etti ve eğilip seri hareketlerle koşarak kayalıklara ulaştı. Bunların üzerinden gizlice bakarken bir şaşkınlık hareketi yaptığını gördük. Sonra sanki bizi unutmuş gibi ayağa kalkarak gözlerini ileriye dikti. Gördükleri onu âdeta büyülemişti. Nihayet gelmemiz için bize el salladı. Bir yandan da dikkatli olmamız için işaret ediyordu. Bütün bu tavırlarından, önümüzde muhteşem fakat tehlikeli bir şeylerin olduğunu seziyordum.
Usulca yanına ilişerek kayaların üstünden baktık; gözetlediğimiz yer bir çukurdu ve belki de geçmiş dönemlerde küçük bir volkanın platodaki püskürtme ağzıydı. Çanak şeklindeki arazinin birkaç yüz metre ötesinde, etrafını sazlıklar çevirmiş, yeşil yeşil, köpüklü, leş gibi su birikintileri bulunuyordu. Zaten tekin olmayan bir yerdi burası. Ama bir de bölgenin sakinlerini hesaba katarsanız, Dante’nin “Yedi Cehennemi”nden bir sahneydi âdeta gördüğümüz. Pterodactyl’lerin yuvasıydı burası. Gözlerimizin önünde yüzlercesi toplanmıştı. Suyun kenarındaki alt kısım, yavrularla kaynıyordu. İğrenç anneleri ise kösele gibi sarımsı yumurtaların üzerinde kuluçkaya yatmışlardı. Bütün bu sürünen, kanat çırpan, berbat sürüngen yığınından yükselen sağır edici gürültü havayı doldurmuş, bir yandan da bataklık kokusu gibi ağır, pis bir koku midelerimizi ağzımıza getirmişti. Yaşayan bir hayvandan çok, ölü, kuru birer heykele benzeyen uzun, gri ve korkunç görünümlü erkeklerin her biri, kendine ait yüksek taşların üzerine tünemişti. Fıldır fıldır dönen kırmızı gözlerin ve ara sıra geçen bir yusufçuk böceği için “trak-trak” diye açılıp kapanan gagaların dışında, tamamen hareketsizdiler. Ön kollarını kıstırarak perdeli kanatlarını kapatmışlardı. Bu hâlleriyle âdeta örümcek ağı renginde iğrenç birer şal örtünmüş dev kocakarılara benziyorlardı. Omuzlarının üzerinden tümsek yapmış kafaları canavar gibiydi. İrili ufaklı en az bin tane berbat yaratık, önümüzdeki çukuru doldurmuştu.
Profesörler, prehistorik döneme ait yaşam koşullarını incelemek için ellerine geçen bu şansın etkisiyle öylesine büyülenmişlerdi ki memnuniyetle bütün bir gün orada kalabilirlerdi. Kayaların arasındaki, yaratıkların beslenme alışkanlıklarına dair kanıt oluşturan, oraya buraya saçılmış ölü balık ve kuşlara işaret ediyorlardı. Ayrıca Cambridge Green-sand gibi belli bazı yerlerde bu uçan ejderhalara ait sayısız kemik bulunmasının ardındaki esrar perdesini ortadan kaldırdıkları