Billur Köşk Masalları. Неизвестный автор
söyledikten sonra gemisine bindi, köprüden uzaklaştı, bir saniye durmadan yürüdü, yürüdü…
Hükümdarın oğlu, geminin böyle durmadan uzaklaştığını görünce büyük bir çığlık kopararak annesine koştu:
“Eyvah!.. Anne, bütün kabahatler bende!.. Ben bu genç kızı şimdi tanıdım!” dedi. Aklı başına gelerek babasına koştu:
“Babacığım! Bana izin ver, seyahat edeceğim.” dedi. Babası izin verdi. Hükümdarın oğlu, annesinin elini öperek:
“Anneciğim! Bana yol göründü, gitmek lazım!” dedi. Saraydan çıkarak bir gemiye bindi, yola düzüldü, Billur Köşk’e gitti.
Genç kız, hükümdarın oğlunun geldiğini görünce hemen cariyelerini gönderdi, onu yukarıya aldırdı.
Genç kız ile hükümdarın oğlu karşı karşıya geldiler.
Hükümdarın oğlu boynunu bükerek genç kıza:
“Sultanım, bu kadar cefalar ettin, bana yazık değil mi? Niçin beni bu derece üzdün?” diye sordu.
Genç kız da boynunu büktü, zümrüt gibi parlayan güzel mavi gözlerinin ucuyla hükümdarın oğluna bakarak dedi ki:
“Hatırlıyor musun? Bu köşkün karşısına gemiyle geldiğin zaman sen de bana böyle yapmıştın. Bana yazık değil miydi?”
Bu sözler üzerine hükümdarın oğlu, genç kızın ayaklarına kapandı, onun bahar çiçeği gibi taze ve yumuşak ayaklarını öptü, öptü, öptü…
“Sultanım, bütün kabahatler bende! Kusurlarımı affet!” dedi.
İki sevgili, kucak kucağa sarıldılar, saatlerce birbirlerinden ayrılmadılar.
Genç kız, babasına giderek olan biten şeylerin hepsini birer birer anlattı. Han bunlara sevindi, Allah’a şükretti.
Ertesi gün derhâl nikâhları kıyıldı, kırk gün, kırk gece düğün yapıldı. Bu düğünün renkleri ve ışıkları göğe çıktı, bu düğünün seslerini yıldızlar da işittiler.
Darısı bütün âşıklarla maşukların başına…
Helvacı Güzeli
Eski zamanlarda, gayet namuslu bir karı kocanın, bir oğlu, bir de kızı vardı. Bu ana baba, kızlarını hiç mi hiç sokağa çıkarmazlardı.
Bir gün, babası, oğlunu alarak hacca gitmek istedi, kendisine dedi ki:
“Hanım, bu kızı sana emanet ediyorum. Sakın bir cahillik edip de onu sokağa çıkarma, erzakınızı müezzin alsın, ufak tefek işlerinizi müezzin görsün. Ben kendisine tembih ederim!”
Baba ile oğul, helalleştikten sonra evden ayrıldılar. Hac yolunu tuttular.
Artık, bu ana kızın bütün işlerini müezzin görüyordu.
Bir gün, bu müezzin, ezan okumak için minareye çıkmıştı; kendisine emanet edilen kızı bahçede su çekerken gördü. Gözleri kamaştı: Ne güzel kız! diye düşündü ve hemen kıza âşık oldu.
Evine geldiği zaman, komşularından ihtiyar, ahlaksız bir kadını çağırttı. Ona on lira vererek dedi ki:
“Ana, al şu parayı, güle güle harca, fakat senden Hicaz’a giden adamın kızını isterim, onu ne yap yap, ele geçir!”
Kadın, düşünerek cevap verdi:
“Oğlum, annesi o kızı hiçbir yere çıkarmaz. Kandırmak kolay iş değil!”
“Aman ana, bilmem artık, ne olursa senden olur.”
“Oğlum, hem kızı kandırsak bile nereye götürürsün? Yerin var mı?”
Müezzin, sakalını okşayarak epey zaman düşündü, düşündü… Sonra dedi ki:
“Yarın ben, boş bir hamam kiralarım, içine gizlenir, otururum. Sen koltuğuna yalancıktan bir bohça alır, evlerine gider kızını hamama götüreceğim, diye kadını kandırır, kızı bana getirirsin.”
Kadın bu hileyi beğendi. Ertesi sabah, koltuğuna yalandan bir bohça aldı, kızın evine giderek annesine dedi ki:
“Bugün, filan yerde gayet güzel bir hamam açılıyor. Memleketin ne kadar güzel kızları varsa hepsi o hamama davetlidirler, gelecekler… Saz, söz, çengi, ahenk, olacak… Bu güzel kızlar, hem yıkanacaklar hem de eğlenecekler… Ben de kızınızı alıp bu hamama götürmeye geldim. Yaşıtlarının hepsi orada bulunacaklar, eğer kızınız gelmezse kısmeti kapanır. Akşam olunca ben yine hanım kızımı kendi elimle buraya getiririm.”
Kızın annesi, bir an düşünmeden cevabını verdi:
“Benim kızım bu ana kadar hiçbir yere çıkmış insan değildir. Babası hacca giderken sıkı sıkıya tembih etti. Eğer sözünü dinlemezsem, el âlem: ‘Aaa bak, kızın babası evden ayrıldı da kendisi sokaklara düştü!’ der.”
Güngörmüş kadın, hemen cevap verdi:
“Yoo! Hanım, ben kızınızı hamama götüreceğim, el âlemin ne demeye ağzı varır? Herkesin kızı hamama gider. Ayıp bir şey değil ya!”
Kızın annesi düşünüyor, cevap veremiyordu. Kurnaz kadın, nihayet, onu kandırdı, kızını hamama götürmek için izin kopardı, kızı yanına alıp müezzinin tuttuğu hamama götürdü.
Hamamdan içeriye girdikleri zaman, kız dört tarafa bakmış, fakat kimseleri görememişti. Kadına dedi ki:
“Ayol, hani ya bu hamamı o kadar övdünüzdü? Hiç kimse yok!”
“Ah kızım, daha vakit erken. Davetliler sonra gelirler, sen içeriye gir, kalabalık basmadan bir köşeye çekil otur.”
Kız, bu sözlere inandı. Orada soyundu, peştamalını takarak içeriye girdi, kurnalardan birinin başına oturdu.
Kadın bu güzel kıza baktıktan sonra, kızı yalnız bıraktı, çıkıp gitti.
Kız yalnız kalınca, kendini seyretmeye başladı. Ama, halvetin kapısında bir nalın sesi işitti, başını kaldırınca bir de ne görsün, mahallenin müezzini karşısında değil mi!
Hemen, utanarak kendini topladı, peştamalla vücudunu yarım yamalak örtmeye çalıştı. Müezzine dedi ki:
“Müezzin efendi, işittim ki bu hamama İstanbul’un en güzel genç kızları gelecek, çengileri seyredeceklermiş. O kadar övülen hamam bu mu? Daha kimseler gelmemiş”
Müezzin, kıza doğru yaklaşarak cevap verdi:
“Sultanım, kimseler gelmezse biz ikimiz yıkanıp zevk ederiz.”
Kız düşündü:
“Peki!” dedi. “Evvela sen beni yıka, sonra ben de seni yıkarım.”
Müezzin razı oldu. Kurnanın başına oturdu, kızı kendisine çekti ve güzelce yıkadı.
Sıra kıza gelince kız, müezzini önüne oturttu, başına sabun sürdü. O kadar çok sabun sürdü ki müezzinin başı bembeyaz köpükler içinde kaldı. Bunun üzerine kız ayağa kalktı, çıplak ayaklarının ucuna basarak bütün muslukları dolaştı, hepsinin ağzını birer bezle tıkadı. Kendi kendine: Bak, insan nasıl yıkanıyormuş, görürsün sen!diyerek yerden nalınları aldı, müezzinin yanına geldi. Başına, gözüne öyle şiddetli vurmaya başladı ki müezzin, avazı çıktığı kadar bağırıyor, haykırıyor, hamamın kubbelerini çın çın öttürüyordu. Nihayet bu acıya dayanamayarak düşüp bayıldı.
Kız, müezzini aygın baygın bırakarak dışarı çıktı, elbiselerini giydi,