Dorian Gray’in Portresi. Оскар Уайльд
karıştırmakla ve fırçalarını hazırlamakla meşguldü. Endişeli bir hâli vardı, Lord Henry’nin son sözlerini duyduğunda bakışlarını ona çevirdi, bir anlığına duraksadı ve “Harry, bu resmi bugün bitirmek istiyorum. Senden gitmeni istesem kabalık etmiş olduğumu düşünür müsün?” dedi.
Lord Henry gülümseyerek Dorian Gray’e baktı. “Gideyim mi Bay Gray?” diye sordu.
“Ah, lütfen kalın Lord Henry. Görünen o ki, Basil’in aksiliği yine üzerinde ve o bu hâldeyken ona katlanmak benim için çok güç oluyor. Ayrıca, neden hayır işlerine dâhil olmamam gerektiğini bana anlatmanızı istiyorum.”
“Size bunu anlatmalı mıyım bilmiyorum Bay Gray. Bu o denli sıkıcı bir konu ki, bu husustan ciddiyetle bahsetmek gerekir. Fakat şu an benden kalmamı istediğiniz için kaçıp gidecek değilim. Senin için sorun olmaz, değil mi Basil? Modellerinin sohbet edebilecekleri birilerinin olmasını istediğini söylerdin bana hep.”
Hallward dudağını ısırdı. “Şayet Dorian istiyorsa elbette kalabilirsin. Dorian’ın dilekleri herkes için emirdir, kendisi hariç.”
Lord Henry şapkasını ve eldivenlerini aldı. “Çok ısrarcısın Basil, ancak korkarım gitmek zorundayım. Orleans’ta bir dostumla buluşacağıma söz verdim. Hoşça kalın Bay Gray. Bir öğleden sonra Curzon Sokak’a beni görmeye gelin. Saat beşte hep evde olurum. Geleceğiniz zaman bana yazın. Siz geldiğinizde evde olmamak beni üzer.”
“Basil!” diye bağırdı Dorian Gray. “Eğer Lord Henry Wotton giderse ben de giderim. Resim yaparken hiç ağzını açmıyorsun, bir platform üzerinde dikilip hâlimden memnunmuş gibi görünmeye çalışmak inanılmaz derecede sıkıcı bir şey. Ondan kalmasını rica et. Bunda ısrar ediyorum.”
Çizdiği resme dikkatle bakarken, “Kal Harry, hem Dorian’ın hem de benim hatırım için kal.” dedi Hallward. “Söyledikleri çok doğru, çalışırken asla konuşmam ve söylenenleri dinlemem. Bu durum modellerim için son derece can sıkıcı olsa gerek. Senden kalmanı rica ediyorum.”
“Peki Orleans’ta buluşacağım arkadaşıma ne olacak?”
Ressam güldü. “Bunun herhangi bir sorun teşkil edeceğini sanmıyorum. Tekrar otur Harry. Dorian platforma çık ve çok fazla kıpırdama, Lord Henry’nin söylediklerine de fazla kulak asma. Ben hariç, arkadaşları üzerinde gerçekten kötü bir etkisi vardır.”
Dorian Gray genç bir Antik Yunan şehidi edasıyla platformun üzerine adım attı ve büyük bir yakınlık hissettiği Lord Henry’ye dönerek, hoşnutsuzluğunu ifade etmek için dudaklarını hafifçe büzdü. Lord, Basil gibi değildi. İkisi şahane bir zıtlık oluşturuyorlardı. Ayrıca sesi çok güzeldi. Birkaç dakika sonra Dorian Gray, “Gerçekten çok kötü bir etkiniz mi var Lord Henry? Basil’in söylediği kadar kötü mü?” diye sordu.
“İyi etki diye bir şey yoktur Bay Gray. Tüm etkiler ahlak dışıdır; bilimsel açıdan da ahlak dışıdır.”
“Neden?”
“Çünkü bir insanı etkilemek, ona kendi ruhunu vermektir. Etkilenen insan artık kendi özgün fikirlerini düşünemez veya kendine has tutkuların ateşiyle yanamaz. Erdemleri ona ait olmaz. Günahları -şayet günah diye bir şey varsa- eğretidir. Yabancısı olduğu bir müziğin yankısı, onun için yazılmamış bir senaryonun aktörü hâline gelir. Hayatın amacı, kendini geliştirmektir. İnsanın doğasını eksiksiz bir biçimde anlamak; işte bu hepimizin bu dünyaya gelme nedeni. Günümüzde insanlar kendilerinden korkuyorlar. En ulvi görevlerini, kendilerine karşı yükümlü oldukları görevi unuttular. Pek tabii, hepsi yardımsever şahsiyetler. Yoksulları doyuruyor ve garipleri baştan ayağa donatıyorlar. Lakin kendi ruhları aç ve çıplak kalıyor. Cesaret, soyumuzu terk etmiş durumda. Belki de hiç cesaretimiz olmadı. Ahlakın temelini oluşturan toplumdan çekinme, dinin sırrını teşkil eden Tanrı korkusu; bizlere hükmediyor. Hâl böyleyken…”
Kendini tamamen işine veren ve yalnızca delikanlının suratında daha önce hiç görmediği bir ifade oluştuğunu fark eden ressam “Uslu bir çocuk gibi başını hafif sağa çevir Dorian.” dedi.
Lord Henry, alçak ve ahenkli sesiyle, Eton Kolejindeki öğrenciliğinden beri, karakteriyle özdeşleşmiş olan zarif el hareketlerinin eşliğinde “Hâl böyleyken…” diye devam etti. “kanaatimce tek bir insan bile hayatını dolu dolu yaşasaydı, tüm duygularına hayat verseydi, her düşüncesini ifade etseydi, düşlerinin hepsini gerçekleştirseydi, dünya öyle büyük bir mutluluğa kavuşurdu ki, Orta Çağ’dan bu yana çektiğimiz tüm dertler unutulur ve Antik Helen ideasına, belki de Helen ideasından çok daha iyi ve zengin bir şeye geri dönebilirdik. Fakat aramızdaki en cesur adam bile kendinden korkar. Vahşi olanın kendini yok etme hasleti, hayatlarımızı mahveden kendini inkâr etme davranışında trajik bir biçimde varlığını sürdürmektedir. İnkârımızın cezasını çekmekteyiz. Boğmaya çalıştığımız her dürtü, aklımızda kuluçkaya yatar ve bizi zehirler. Beden bir kez günahını işler ve günahla işi biter; nitekim eylem, bir tür arınmadır. Sonrasında ise keyfin yâd edilmesinden veya pişmanlığın sunduğu zevkten başka hiçbir şey kalmaz geriye. Bir cazibeden kurtulmanın yegâne yolu o cazibeye kapılmaktır. Karşı koyduğumuz takdirde, bizzat koyduğu korkunç yasaların korkunç ve gayrimeşru kıldığı şeylere yönelik arzular eşliğinde ruhumuz kendine yasak ettiği şeylerin özlemiyle hasta düşer. Söylenen odur ki, dünyanın en muhteşem olayları zihinde gerçekleşir. Yerküre üzerindeki en büyük günahlar zihnimizde, yalnızca zihnimizde vuku bulur. Siz Bay Gray, gül kırmızısı gençliğinizle ve gül beyazı delikanlılığınızla bizzat siz dahi, tüylerinizi ürperten tutkulara kapıldınız, sizi dehşete düşüren düşünceleriniz oldu, uykularınızda ve uyanıkken, sadece hatırlamanın dahi yanaklarınıza utancın allıklarını süren hayallere daldığınız oldu…”
Dorian Gray “Yeter!” dedi titrek bir sesle. “Durun! Zihnimi bulandırıyorsunuz. Neden bahsettiğinizi anlamıyorum. Söylediklerinize karşılık bir cevap muhakkak vardır fakat ben o cevabı bilmiyorum. Konuşmayın. Düşünmeme müsaade edin. Daha doğrusu düşünmemeye çalışmak için bana izin verin.”
Ağzı açık ve garip bir şekilde parıldayan gözleriyle yaklaşık on dakika olduğu yerde durdu. İçine yepyeni etkilerin nüfuz ettiğinin belli belirsiz farkındaydı. Yeni olmalarına rağmen, hepsinin kaynağı kendi benliğiymiş gibiydi. Basil’in arkadaşının ağzından çıkan birkaç söz, şüphesiz ki gelişigüzel söylenmiş ve bilinçli bir çelişki barındıran bu birkaç söz, daha önce hiç temas edilmemiş, ancak o anda titrediğini ve tuhaf dürtüleri titrettiğini hissettiği bazı sırların tellerine değmişti.
Daha önce müzik benzer heyecanları uyandırmış, pek çok defa onu altüst etmişti. Fakat müziğin dili bariz değildi. Yeni bir dünya kurmuyordu, içimizde yeni bir kaos yaratıyordu. Kelimeler! Saf kelimeler! Ne kadar da korkunçtular! Aşikâr, yalın ve zalim kelimeler! İnsan onlardan kaçamazdı. Yine de bu sözlerde saklı bir büyü vardı! Biçimsiz şeylere yapay biçimler verebiliyordu, en az keman veya ud kadar hoş, kendilerine özgü müzikleri vardı. Safi kelimeler! Kelimeler kadar gerçek bir şey var mıydı?
Evet, delikanlılık çağlarında anlamadığı şeyler vardı. Şimdi onları anlıyordu. Hayat aniden coşkun renklere bürünmüştü onun gözünde. Daha önce hep ateşin üzerinde yürümüştü sanki. Neden anlamamıştı bunu?
Lord Henry gizli bir tebessümle onu izliyordu. Hiçbir şey söylememesi gerektiği o psikolojik anı çok iyi tanıyordu. Yoğun bir alaka beslediğini fark etti. Sözlerinin yarattığı ani tesir kendisini büyülemişti, on altı yaşında okuduğu, daha öncesinde çok az şey bildiğini ona gösteren bir kitabı hatırlarken Dorian Gray’in de benzer bir deneyim yaşayıp yaşamadığını merak etti. Yaptığı