Aile Mutluluğu. Лев Толстой
ona baktı ve ona çok sevdiği kiraz ve şeftaliden gönderdi. Sonra peykeye tekrar yerleşti ve uyuklamaya başladı. Ben yaprakları özüyle parlayan bir dalı kırdım ve okumaya devam ederek yavaşça Katia’yı yelpazeledim. Bununla beraber onun geleceği keçi yolunu da gözden kaybetmiyordum. Sonia iki ıhlamur kökü arasında bebeğine yeşil bir çadır kurmakla uğraşıyordu. Havada ağır bir sıcaklık vardı, hiç rüzgâr yoktu ve sabahtan beri ufku sıkıştıran bulutlar yaklaşmış birbiri üzerine yığılmış ve bizi bir fırtına ile tehdit ediyorlardı. Daima böyle zamanlarda olduğu gibi sinirliydim. Fakat akşama doğru bulutlar dağılmış, gökyüzü açılmış, güneş tekrar görünmüştü; yalnız uzakta siyah bir nokta kalmıştı ve ara sıra mavimtırak ışık ile bir şimşek parıltısı ve bir gök gürültüsü dikkat çekiyordu. O gün için fırtınadan korkmaya gerek yoktu. Yeşillikler arkasından yer yer görülen yol üzerinde birçok araba gürültüsü işitiliyordu, yüklü arabaların ağır ve derin gürültüsü rüzgârda gömlekleri dalgalanan hasatçıların bindiği boş arabaların seri takırtısı. Kasırga şeklinde kalkan toz ne yere düşüyor ne uçuyordu. Çalıların üstünde ağaçların şeffaf yaprakları arasında havada asılmış gibi kalıyordu. Daha uzakta samanlık istikametinde sesler karışıyordu, başka tekerlek sesleri de duyuluyor; ot demetleri elden ele uçuyor, birbiri üzerine toplanarak büyük yığınlar oluşturuyor ve köylüler bunların üzerinden gelip gidiyorlardı.
Önümdeki kırda yük arabaları ilerliyordu. Sarı otlar kalkıyor ve tekerlek gıcırtıları, çağırmalar, şarkılar bana kadar geliyordu. Bir taraftan tarla gittikçe tenhalaşırken sağda demetleri bağlayıp istifleyen kadınların açık renk elbiselerini fark ediyor ve yaz mevsiminin sonbahara geçişine şahit oluyorum sanıyordum. Toz ve sıcak bizim sevgili köşemizden başka her tarafı kaplamıştı ve ateş gibi bir güneşin altında bu sıcakta ve bu tozda bütün ırgat âlemi konuşuyor, gülüyor ve çabalıyordu. Patiska mendilinin altında uyuklayan Katia’ya, bir tabakta parlayan kirazlara, güneşin aksettiği sürahinin berrak suyuna bakıyor ve garip bir saadet hissediyordum.
Kendi kendime ne yapmalı, dedim, mesut isem kabahat bende mi? Lakin bu bahtiyarlığımı nasıl bildirmeli? Kime güvenmeli, kime itiraf etmeli?
Güneş artık yoldaki ağaçların tepelerine doğru dokunmaya başlamıştı, toz düşüyordu ve etrafındaki manzara gurup eden güneşin eğik ışığı altında şenleniyordu; bulutlar tamamen kaybolmuştu. Samanlığın yakınında, başka üç ot yığını tepeler oluştuyor ve üzerinden adamlar iniyordu. Kadınlar tarakları omuzlarında, bağları kemerlerinde işten dönerek şarkı söylüyorlardı. Ve Sergey Mihaloviç gelmiyordu. Hâlbuki çok zaman evvel onun tepeden aşağı indiğini görmüştüm. Birdenbire yolun ucunda hiç beklemediğim taraftan göründü. Şüphesiz dereden dolanmıştı. Bana doğru koştu başı açık, çehresi sevinç içindeydi. Lakin arkadaşımın uyumakta olduğunu görünce dudaklarını sıktı, gözlerini kıptı ve ayaklarının ucu ile yaklaştı. Derhâl anladım ki o sonsuz bir sevinci ima eden mesut bir ruh hâli içindeydi. Bizler buna aşırı sevinç deriz. O şimdi hocanın değneğinden kaçmış bir mektep çocuğunu hatırlatıyordu ve baştan aşağı tamamen çocuk gamsızlığında ve bahtiyarlığındaydı.
“İyi akşamlar, küçük menekşe. Nasılsınız? İyi misiniz?” dedi ve elimi sıktı. “Ben pek çok iyiyim. Zannediyorum ki on beş yaşındayım, seve seve at oyunu oynayabileceğim ve pek çok lezzet alarak bir ağaca çıkacağım.”
“Nihayetsiz bir sevinçle mi?” dedim, bu sevincin beni de kapladığını hissediyordum.
Bir gözünü kırparak ve kahkaha ile gülmemek için ciddi surette kendini tutarak: “Evet.” dedi. “Lakin Katia Karlovna’nın burnunu niçin rahat bırakmıyorsunuz?”
Gerçi dikkat etmeksizin Katia’yı yelpazelemeye devam etmiştim lakin mendili düşürmüştüm ve şimdi çehresine dokunuyordum, gülmeye başladım.
Katia’yı uyandırmaktan korkuyormuş gibi göründüğüm, hakikatte ise onunla yavaş sesle konuşmaktan zevk aldığımdan mırıldanarak: “Katia uyumadığını iddia edecektir.” dedim. O da beni taklit etti. Sanki ben ihtiyatı ses çıkarmamak derecesine vardırmışım gibi o da yalnız dudaklarını kımıldatmakla yetindi. Sonra kirazları görerek onları kaptı ve gizlice almış gibi hareketle Sonia’ya koştu. Maalesef bebeğin üstüne oturdu ve Sonia kızdı. Ona bir oyun oynamayı teklif ederek barışmayı becerdi; bu oyun sadece kirazları kimin daha çabuk yiyeceğini görmekti.
“Size biraz daha kiraz getireyim mi, ister misiniz?” dedim. “Yahut beraber toplamaya gidelim mi?”
Tabağı aldı üzerine bebeği koydu biz de sobalı bahçelere doğru yürüdük. Sonia gülerek arkasından koştu ve bebeğini vermesi için eteğinden çekti. Onun dediğini yaptı ve benim tarafıma dönerek etrafımızda uyandırmaktan korktuğumuz kimse bulunmamakla beraber yavaş sesle dedi:
“Niçin küçük bir menekşe olduğunuzu itiraf etmiyorsunuz? Bütün bu sıcağı, bu tozu ve bu yorgunluğu çektikten sonra size yaklaştığım vakit nefis bir menekşe kokusu teneffüs ettim. Ama başa vuran sert kokulu menekşe değil gölgede yetişen ve karlar eriyince ilk çayırları kokutan menekşe.”
Bu son kelimelerin bende uyandırdığı tatlı karışıklığı gizlemek için dedim ki: “Lakin bana işlerimizin nasıl gittiğinden bahsetsenize.”
“Fevkalade! Bu adamların hiçbir kusuru yok. Onları tanıdıkça insan daha çok seviyor.”
“Evet, evet, biraz evvel onların nasıl çalıştıklarını gördüğüm vakit bu kadar zahmet çektiklerini görmek bence bir vicdan azabı oldu. Ben ki o kadar bahtiyarım, o kadar…”
Sözümü keserek ve bana muhabbetle bakarak ciddi bir sesle: “Bu hissiyatla oynamayınız. Aziz dostum!” dedi. “Bunlar mukaddes şeylerdir. Bunlarla övünmekten Allah sizi korusun.”
“Sade size söylüyorum.”
“Evet, biliyorum. Peki, kirazlar ne oldu?”
Sobalar kapalı idi; bundan başka bahçıvanların hepsini tarlalara yollamış olduklarından kimse yoktu. Sonia anahtarı aramaya koştu. Lakin Sergey daha fazla beklemek istemedi, bir ağaca asılarak içeri atladı ve bana:
“Tabağı verir misiniz?” diye haykırdı.
“Hayır, ben kendim toplamak isterim. Anahtarı aramaya gidiyorum. Sonia bulamamış olacak…”
Lakin aynı zamanda onun hâlini ve orada ne yaptığını görmek, kısaca kendini tamamen yalnız zannettiği vakit onu denemek düşüncesinde bulundum. Belki de onu bir an gözümden kaybetmek istemiyordum. Duvarın daha az yüksek olduğu bir yere kadar ayaklarımın ucu ile dolaştım, boş bir fıçı üzerine çıktım, eğildim ve içeriye bir göz gezdirdim, kiraz ağaçları eski yumru gövdelerini yükseltiyor, kaba yapraklarını yayıyor ve bunların üzerinde kiraz demetleri ayrılıyordu. Sobanın üzerine konmuş hasırın altına başımı sokarak Sergey Mihaioviç’i bir kiraz ağacının altında oturmuş gördüm. Şüphesiz beni gitmiş ve kendini yapayalnız zannediyordu. Başı açık, gözleri kapalı idi ve parmakları arasında gayriihtiyari, bitkisel bir zamk yuvarlıyordu. Birdenbire omuzlarını kaldırdı, gözlerini açtı ve gülümseyerek yavaşça ağzından bir kelime kaçırdı. Bu kelime ve bu tebessüm onun hâline o kadar az uygundu ki onu gözetlediğimden dolayı utandım, onun Maria dediğini işittim sanmıştım. Bunun ihtimali olamayacağını düşündüm. O daha hafif daha muhabbetli bir sesle tekrar etti: “Sevgili Maria!” lakin bu defa bu iki kelimeyi iyi işittim. Yüreğim o kadar şiddetle çarptı ve ben öyle bir heyecan ve birdenbire öyle bir sevinç duydum ki düşmemek için duvara sarılmışım. Gürültüyü işitti ve korku ile etrafına baktı ve bir çocuk gibi kızardı. Bir söz söylemek istedi başarılı olamadı. Kırmızılığı