Şıpsevdi. Hüseyin Rahmi Gürpınar
tabağa bırakmalı. Ailece bu usulü öğreniniz. Bütün bu hareketleri gerçekten zarif bir şekilde yapmanın ustası olursunuz.’ diyor.”
Rebia söze atılarak:
“O Baron Pistan iyi söylüyor. Kiraz yemesini kim istemez? Ama o böyle kuru kuruya olmaz. Meydanda hiç olmazsa bir tepsi kiraz bulunmalı ki nasıl olacağını öğrenelim. Ben ufakken Tosun Beylerin bahçesinden kiraz çaldığımız zaman çekirdek cilalamanın egzersizini yapardık.”
Meftun yarı kızgın, yarı alaycı bir tavırla:
“Şecaat arz ederken merd-i Kıpti sirkatin söyler diye işte buna derler. Değil mi Rebia? Acele etmeyiniz. Bu teorileri sofra başında tatbikatla tecrübe edeceğiz. Amerikalılar üzümün çekirdeğini ayıklamak için bir alet icat etmişler deniyor.”
Rebia: “Neme lazım, kiraz çekirdeği için bir alet icat edilinceye kadar biz cahil mi kalalım?”
Meftun: “Münasebetsiz suallerle bahsi kesmeyiniz. Şeftali, kayısı gibi büyük çekirdekli meyvelerde ne yapacaksınız?”
Bu suale karşı her kafadan bir ses geldi. Kimi şeftalinin zeytin gibi kimi de kiraz gibi yeneceğini söylüyordu. Meftun hepsine birden itirazla:
“Şeftali, kiraz gibi yenmez.”
Rebia, ağzında beliren salyaları yutarak:
“Ağabey, şeftaliyi yemek ötekilerden daha zor gibi görünüyor. Yetişince inşallah her gün birkaç okka almalı da buna çok vakit çalışmalı.”
Şeftaliyi işitince Hasene’nin yüzü birkaç türlü renge girdi. Annesinin eteğinden çekerek şeftalinin hasretiyle dolu olan gözlerini ona çevirip bu meyveden pek istediğini anlattı. Vesile Hanım da daha şeftali çıkmadığı, çıktığı zaman okkalarla alınıp yemesini öğrenecekleri çeşidinden büyük vaatlerle çocuğu yatıştırmaya uğraştı. Beri yandan Meftun devam ediyordu:
“Şeftali, kayısı, elma, armut bahislerine güzel dikkat ediniz.”
Konuşmacı, şu dört meyveyi sayarken her birinin söylenişinde Hasene ayrı ayrı annesinin eteğinden çekerek bu meyvelerin yemesini öğrenmeye çalışıp çalışmayacaklarını soruyor ve her sorduğuna tasdik cevabı almakla biraz çarpıntısını yatıştırıyordu. Meftun devamla:
“Hep meyveler, kendilerine mahsus çatal ve bıçakla soyulup yenir. Bunlar bütün yahut yarım olarak herkesin önüne getirilmişse yeniden parçalara ayrılır…”
Rebia dilini tutamayarak:
“Ağabey, sofrada hiç insana yarım armut, yarım şeftali verilir mi?”
Meftun: “Evet, yarım olarak da verilebilir. Çünkü Frenklerin armutları, şeftalileri gayet iridir. Şeftalileri âdeta portakal büyüklüğündedir.”
Büyük hanım gözlerini biraz açıp çimdiklenen tarafına eliyle bir parça salya daha sürdükten sonra:
“Aman oğlum, Meftun, insanı imrendirme öyle. Mademki oranın şeftalileri, armutları böyle meşhurmuş, insan gelirken, büyükanneme hediye diye birkaç tane getirmez mi?”
Rebia: “Ağabey, orada beşbıyık var mı? Muşmulayı sofrada nasıl yerler?”
Büyük hanım hiddetle:
“Aman, hiç böyle kız görmedim. Yemişin bile bıyıklısını sorar.”
Meftun: “Rica ederim. Şimdi münasebetsiz sözler karıştırmayınız.”
Rebia kızgın bir tavırla kaşlarını kaldırarak büyükannesine:
“Bıyıklısı için değil, muşmula haminnemin kendine dokundu da onun için…”
Hanımnine: “Muşmula bana ne dokunsun? Artık ben üç otuzunda mıyım? Hele postalın71 sözüne bak… Sen benden çıkmadın mı? Ben muşmula olunca acaba sen ne olursun. Haydi oradan, muşmulanın torunu kocayemiş!..”
Meftun: “Lahavle… Artık bitirin canım. Şimdi Rebia da öfkelenecek, böğürtlen diyecek, sen de ona dam koruğu cevabını vereceksin, iş uzayacak…”
Kadınnine: “Öyle diyeceğine oğlum, kalk da kızın ağzına bir tokat vur. Baksana yelloza, muşmula deyince ben üzerime alınırmışım. Haydi oradan, mezarlık kozalağı, kara kız!”
Meftun: “Mezarlık kozalağı mı? Bak işte bu aklıma gelmediydi. Hanımnine, sen bitkilere ve ağaçlara ait epey hakaret lakırtısı da biliyormuşsun.”
Hanımnine: “Bilirim zahir, bayır turpu…”
Lütfiye Hanım: “Anne, nedir o artık… Sen de vakit vakit çocuklardan daha çocuk oluyorsun.”
Kadınnine: “Aman sus sen de oradan bal kabağı!”
Vesile Hanım: “İşte artık çenesi açıldı. Çocuk değil ki ağzına bir tokat indir de sussun.”
Kadınnine: “Oradan lafa sen de mi karıştın, viranelik ısırganı?”
Meftun: “Hanımninem uyuduğu zaman uyandırmak için rica ederim artık çimdiklemeyiniz. Çünkü ısırganlarla, baldıranlarla bahsi karıştırıyor.”
Kadınnine: “Dokunmayınız da uyuyayım besbelli… Söylediğin dinlenir şeyler değil ki… Zeytin çekirdeği, kabak çekirdeği, hepsini bir araya toplasan bir incir çekirdeği doldurmaz. Sofrada şeftali nasıl yenirmiş? Lakırtıya bak! Senede bir defa bu evde şeftali ya alınır ya alınmaz. Şimdiden sonra onu nasıl yiyeceğimizi mi talim edeceğiz?”
Meftun: “Hanımnine, rica ederim, istirham ederim, yalvarırım…”
Kadınnine: “Sustum, sustum işte…”
Meftun: “Ne diyorduk? Şeftaliyi parçalara ayırıyorduk. Mesela önümüzde bir şeftali var. Onu çatal bıçakla evvela ikiye, sonra dörde bölersiniz. Sonra çatalı sol elinize alıp şeftalinin dörtte birinin üzerine batırır, bıçağı da sağ elinizle kullanarak…”
Vesile Hanım: “Sözünü kestim. Affedersin oğlum. Anlayamadım…”
Meftun: “Bıçağı sağ elinizle kullanarak, dedim. Evet. Sol eldeki çatalı, şeftalinin dörtte birine saplar, sağ eldeki bıçakla meyveyi elbisesinden ustalıkla ayırırsınız. Ama siz diyeceksiniz ki meyvenin elbisesi olur mu? Burada mecaz kullandım. Yani açıkçası sembolik olmak istedim. Fransızcada şeftali, armut vesaire gibi meyvelerin kabuklarına, yani derilerine ‘pelüre’ derler. Halk dilinde bu kelime pardösü, redingot gibi elbise üstleri için kullanılır. Evet, çatal bıçakla şeftali cinsinden meyvelerin derisini soyup çekirdeklerini çıkarmak hususi bir ustalığa bağlıdır. Talim etmeli, alışmalı. Şimdi size anlatacağım bir de turp bahsi kaldı. Bazı kimseler ufak, kırmızı turpa çatal batırıp dibindeki yeşil yaprakları bıçakla keserler, yine çatalla ağızlarına götürerek yerler. Yani turpa, âdeta şeftali muamelesi ederler. Her hususta güçbeğenir görünen Baron Staff, turp yemekte biraz geniş, biraz teklifsiz ve laubali davranıyor. Yeşilliğini bıçakla keserek çatalla yemek artık zariflikte pek ileriye varmak, mübalağaya dökmektir diyor. Niçin? Çünkü turpun yapraklarına dokunmakla insanın eli ne yağlanır ne ballanır. Onun için turpu yeşil yapraklarından tutup hiçbir şey kullanmadan ağza götürmek, etikete aykırı değildir hükmünü veriyor. Kuşkonmaz yemekteki güçlüğü anlattımdı ya, turp, işte o külfetlerin hepsinden uzak sayılıyor. Evet, sözlerime dikkat edin, turpun alafranga sofradaki ihtişamlı yeri bundan sonra ölünceye kadar aklınızda kalsın. Rebia, sofrada nasıl su içilir?”
Rebia: (gülerek) “Ağabey, artık onu da bilmeyecek değiliz ya?”
Meftun: “Orada, konsolun üzerinde sürahiyle su var. Bardağa
71
Postal: Değersiz kimse. (e.n.)