Şıpsevdi. Hüseyin Rahmi Gürpınar
sonra tavuğun aynı taraftaki budunu, yani kesilmiş kanat tarafındaki budunu aynı yolda kesersin. Sonra hayvanın kesilmemiş tarafını önüne çevirir, öbür buduyla kanadı üzerinde de aynı işi tekrarlarsın. Sonra tavuğun göğsü ile gerisi, bir de gövdesi, yani Nuh Aleyhisselam’ın gemi yapmak için model tuttuğu teknesi kalır. Bunların her birini ikişer kısma ayırırsın. Sofradakilere dağıtırken en iyi parçaları kadınlara vermek nezaket icabıdır. Pratik görgü kitabı yazarlarından bazılarının sözlerine göre de tabağı herkesin önüne götürerek seçimi onların oylarına bırakmak daha uygun düşer. Bu evde senden, Hasene’den rahat olmadığı için sofrada tavuk bulunduğu zaman iyi parçaları hanımlara ben taksim edeceğim…”
Kadınnine Şekure Hanım, iki defa esneyerek:
“Hay ömrüne bereket evladım. Elbette tavuğun iyi taraflarını büyükannelere vermelidir.”
Raci, yemek meselesindeki araştırmalarının derinliğini gösteren bir sesle dedi ki:
“Ağabey, bazen ben tekmil bir tavuk yerim de gene doymam. Siz o hayvanı kaç parçaya ayırdınız? İki kanat, iki but, dört parça. Göğsü, gerisi, teknesi de ikişere ayrılırsa eder altı parça… Hepsi on parça… Vay efendim vay! Sofradakiler bu parçaları yalayacaklar mı? Bir tavuğu on kişi nasıl yer? Buna yemek değil, koklamak demeli… Hele hissesine tavuğun kafes tarafı düşenler çatal kullanmak zorunda kalırlarsa bu zavallılara koklamak bile düşmez.”
Meftun kaşlarını çatarak ciddi ciddi:
“Hep bu dediklerine özel bahislerde cevap vereceğim. Sen şimdiden lakırtı karıştırma. (önündeki kitaba bakarak) Hanımlar, efendiler, dikkat ediniz. Derse başlıyorum… Sofraya nasıl oturulur? İşte bu, bir meseledir. ‘Savoir-vivre’ye ait mühim bir mesele… Sofraya oturmasını bilmeyen yalnız hazır bulunanları kendine güldürmekle kalmaz, âleme terbiye noksanını da göstermiş olur.”
Şekure Hanım: “A, öyle ya civan oğlum… Ben Rebia’ya bin defa söylerim. Sofraya yavaş otur derim. Gelir ya ayağıma basar ya kedinin kuyruğunu ezer ya bardağı devirir. Hiçbir gün de yavaşça usturuplu oturduğunu görmedim. Nerede o kız? Kulaklarını açsın da bu sözleri dinlesin.”
Rebia, karşıdan bir elini kalçasının üstüne koyup ötekini Çingene gibi sallayarak:
“Kuzum, kuzum… Hasene’yi odadan kovdunuz da şimdi gözünüze ben mi diken oldum? Kadınnine, bana söyleyeceğine kendini düşün. Sofadaki su testisine çarpmadan, elinden değneğini düşürmeden, iskemleyi devirmeden sofraya oturabildiğin var mı? Bir defa Pamuk’un kuyruğuna kaza ile bastımsa ne oldu? Söyler söyler hep onu söylersin. Geçen günü o pis kedi aşağıda büyük süt kâsesinin içinde tekmil vücuduyla banyo etti… Daha söyleyeyim mi?”
Meftun: “Sütün içinde banyo mu etti? Süt banyosu… Banyolardan bahsettiğim zaman onu da anlatacağım. Fakat şimdi susalım. Ağız açmaya bana meydan vermiyorsunuz ki. Rebia, sesini kes, yoksa şimdi seni de… Evet, alafranga bir yerde misafir bulunduğunuz zaman sofraya oturuşunuzdan nasıl terbiye görmüş olduğunuzu ilk bakışta anlayıverirler. Sofraya oturmadan oturmaya fark vardır, anlıyor musun kadınnine? İşitiyor musun valide? Sözlerim kafana giriyor mu Rebia? Gayet nezaketle oturmalı. Öyle iskemleye gömülür gibi yayılıp oturmamalı. Havluyu64 açmalı, dizlerinin üstüne örtmeli. Havlunun ucunu yeleğinin, korsajının arasına sokmak, hele yakalığın içine geçirmek terbiyesizliktir. Boyunun etrafına halka gibi bağlamak bütün bütün ayıptır. Ha, bak valide, burada sizin için dikkat edilecek bir şey var. Kadınlar eldivenlerini bardaklarının içine koymamalı, yelpazeleriyle beraber sofranın üzerine, sağ tarafa koymalıdırlar. Baron Staff’ın ihtarına bakılırsa eldivenleri çıkardıktan sonra cebe koymak lazım geliyor.”
Rebia, yavaşça Lebibe’nin kulağına:
“Leblebi koydum tabağa, laf söyledi bal kabağı… Bizim eldivenle, yelpazeyle sofraya oturduğumuz var mı?”
Meftun, hatiplik makamından elini kaldırarak:
“Gene ne o? Rebia, yanındakinin kulağına ne fısıldıyorsun?”
Rebia, biraz bozularak:
“Hiçbir şey… Alafranga sofraya lohuk macunu korlarsa parmakla mı yenir, çatalla mı? Onu soruyorum.”
Meftun: “Şimdi lohuk macununun münasebeti var mı burada?”
Dışarıdan teyze Vesile Hanım, tık tık kapıyı vurarak:
“Meftun Bey, rica ederim. Müsaade edin de içeriye girelim. Kız macunu işitti, dışarıda durmuyor.”
Meftun: “Olmaz, içeride gürültü ediyorsunuz.”
Vesile: “Hasene, ağababasının canına yemin etti. Hiç sesini çıkarmayacak…”
Meftun: “Hiç ses çıkarmamak şartıyla geliniz. Belki birkaç söz de sizin kulağınızda kalır… Antreee!”65
Önde Hasene, arkada Vesile odaya girerler. Daha oturmadan Ha-sene, annesinin eteğinden çekerek:
“Anne, macunu kim yiyordu?”
“Kızım sus, bizi şimdi gene dışarıya kovarlar. Ortada macun, tavuk filan yok. Bugün yemeklerin sade lakırtısı oluyor.”
Meftun: “Nedir o gene? Girer girmez başladınız mı?”
Vesile: “Hayır, hayır, siz devam ediniz. Yalnız şunu rica ederim ki tatlılardan, meyvelerden koyu koyu bahsetmeyiniz… Kız yeminini bozuverir. Çocuktur, imrenir.”
Meftun: “Sofraya yapışır gibi oturmamalı. Masa ile aranızda ufak bir mesafe olmalı ki istediğiniz zaman vücudunuzun üst kısmını öne doğru hareket ettirebilesiniz.”
Vesile Hanım: “Meftun Bey, oğlum, işte pek doğru söylüyorsun. Annem daima alafranga sofraya göğsünü verir. Apışır. Nefes almasına bile artık meydan kalmaz. Yer, yer, yer, göğsüm tutuluyor der. Ya, işte gördün mü anne? Sofraya biraz uzakça oturmalı.”
“Ya sen? Çocuğunla beraber sofranın üzerine çıkar gibi yersiniz ya!”
Meftun: “Burada mücadelenin lüzumu yok. Şimdi beni dinleyiniz. Bundan sonra tarifime göre yemek yersiniz. Oturuşunuzla sofrayı güzelleştirmek isterseniz, omuzlarınız yukarıya doğru kalkık durmamalı. Şöyle tabii hâlde bulunmalı…”
Lebibe, yavaşça Rebia’nın kulağına:
“Annem daima omuzlarını çıkarır, sofraya kambur gibi oturur…”
Rebia, hafifçe gülerek:
“Gibisi ziyade. Annen âdeta kambura benzer, baksana! Entarisinin altından omuz kemikleri çifte ıskarmoz gibi çıkık, fırlak duruyor.”
Meftun: “Silans66 matmazeller… Dirsekler vücuda ne pek yapışık ne pek uzak durmalı. Efendim, biraz görgüsü, terbiyesi, hele alafrangayla alışıklığı olanlar, sofrada alacakları tabii vaziyeti bilirler. Ne pek gevşek durmalı ne pek sahte bir ağırbaşlılık takınmalı, yakışığı, münasibi neyse o hâli, o vaziyeti almalı. Şimdi gelelim, yemeği yemek cihetine. Yerken acele etmemeli. Yavaş yavaş, hususi bir tempoyla, âdeta ahenkle yemek yemeli…”
Rebia, Lebibe’ye yavaştan:
“Raci ağabeyim boğulur gibi yer…”
Meftun devam ederek:
“Ne su içerken ne lokmayı alırken ağız dolmamalı. Avurtlar şişmemeli. Şapırtı şupurtu işitilmemeli. Metrdotel tarafından bir yemek sunulurken eğer o yemekten almak istemiyorsanız ‘non’ yahut ‘merci’ kelimelerinden biriyle reddetmekte serbestsiniz. Yani bu iki sözden
64
Peçeteyi. (e.n.)
65
Girin. (e.n.)
66
Susun. (e.n.)