Tölen Abdik Hayatı ve Seçme Eserleri. Анонимный автор
Bir tür psikopatolojik rahatsızlıktır. Yani bir bedende iki şahsiyetin nöbetle veya beraberce yaşamasıdır. Bütün bunlar, beynin vâkıf olunamayan esrarlarından…
Anası, kızının giyeceklerini tutarak uzunca ağladı. Kızı banyoya soktuk, yıkandıktan sonra hastane önlüğü giydirdik ve müşahede bölümüne gönderdik. Adı Alma imiş.
Kız çok güzeldi. Saçı omuzlarına dökülmüş, kâkülü kıvırcık kıvırcıktı. Çok acı çektiği için iki yüzünün arasında dik bir çizgi yani kırışık oluşmuş, fakat üstü başı çok temiz, kendine iyi bakabilecek gibi görünüyor.
Bizim bölüme geldikten sonra Alma’yı hususi müşahede altına aldım. İçine kapanık. Hiç kimseyle konuşmuyor. Devamlı korku içinde yaşadığı hemen anlaşılıyor. Tuhaftır ki, kızın hareketlerinde, konuşmasında herhangi bir hastalık belirtisi dikkati çekmiyor, fakat nöbeti çok tehlikelidir. Sağ kol, hakikaten de akla sığmayacak hareketler yapıyor. Bunu ilk olarak nöbetçi olduğum gece müşahede ettim.
Gece üç sularında, Alma’nın açık duran odasından bir çığlık sesi geldi. Deminden beri çalmakta olan telefona da bakamadan seğirttim. Ben odaya girdiğimde Alma, karyolada yatıyordu. Sağ eli, gırtlağına taş gibi yapışmış. Sol eliyle, sağ elini boğazından kurtarmaya çalıştı. Hemşire ile ikimiz de sağ kola yapıştık. Elini çekip karyolanın altına sokunca yüzü gömgök olan Alma da gözünü açtı. Bütün vücudu titriyordu, uzun müddet kendine gelemedi. Ben elini ve yüzünü okşayarak sakinleştirmeye gayret ettim.
– Hiçbir şey olmaz Alma. Hepsi geçer şimdi, dedim. Gözüne düşen saçını arkaya atarak: Bu tür hareketler sinirlerin yıpranmasından olur. Sen korkma! Niçin bu kadar titriyorsun? Hiçbir şey olmaz. Hadi, sakin ol. Yanında devamlı oturacağım. -Göz ucuyla sağ ele baktım. Başka bir hamleye hazırlanıyormuşçasına karyolanın altında hareketsizce duruyor.– Sabret, oldu mu? Yarın iyileşip taburcu olunca bizi doğum gününe çağırırsın. Doğum günün ne zaman? Eylül! Eylül, meyvelerin olgunlaştığı aydır. Senin doğum gününde sarhoş olana kadar limonata içeceğiz. – Alma’nın yüzüne renk gelmeğe başladı. – Dur bakalım. Terlemişsin. Sileyim… İşte böyle. Sana masal anlatayım mı? -Alma, yarım yamalak gülümsedi. – Nasılsın?
Alma, başını salladı. Sonra korkuyla sağ eline baktı.
– Korkma, dedim yine ses tonumu değiştirmeden. Bu senin kendi elin…
– Hayır, diye bağırıverdi Alma. Hayır, hayır! Benim değil… Hayır, hayır!
Alma, yine terlemeye başladı, karyola altındaki elini tuttum. El, irkildi.
– İşte, hiçbir şey yok. Korkacak bir şey yok… Bundan sonra sana her gün yatmadan önce hikâye anlatacağım. Oldu mu?
– Tamam, dedi biraz sakinleşen Alma.
– Baksana, ne kadar güzel bir kızsın. İyileşip buradan çıkınca seni filmde oynamak için göndeririz…
Alma, biraz neşelenmeye başladı. Ben, tan ağarıncaya kadar yanında oturdum.
O geceden başlayarak Alma’nın hastalığı ile ilgili özel bir günlük tuttum. Bana ilmî bir inceleme konusu çıktığına sevindiğimi de itiraf etmeliyim. Sağ el, Alma’ya yalnızca derin uykuya dalınca saldırıyor. Yani, kendisine ne kadar saçma gelirse gelsin, kendini öldürme fikri kızın şuur altında var, fakat bu fikir, kimin fikri ve nereden geliyor? Alma’nın bütün hayatını, tabiatını, ahlakını, insanlarla olan ilişkilerini inceledim; ancak, bu fikrin kendisinden geldiğine dair bir sebep bulamadım. Bu fikir, her hâlükârda genlerle geçmiş, irsi bir şey olmalı. Hastanın anası yahut babası yahut da babasının babası bir zamanlar kendisini öldürmek istemiş. Şimdi onlar, bizce bilinmeyen bir şekilde Alma’nın şuuraltına girerek kendi kendilerini öldürmek istiyorlar, fakat kendileri yok. Şuurun sahibi olan kız ölmek zorunda. Bu fikir, kızın uzviyeti tamamen sakinleştiği anda olağanüstü bir vasıtasıyla uyanarak sağ ele sinyal veriyor. Nöbet, üç dört günde bir hatta bazen her gün geliyor. Alma, uykusuzluk ve korkudan dolayı iyice zayıfladı. Artık sağ eli karyolaya bağlıyorduk. Bu, ilkin iyi sonuç verdi. Alma, bir hafta kadar çok rahat uyudu, fakat sağ el başka bir kurnazlık buldu. Alma gözünü yumar yummaz, bağdan kurtulmağa çalışarak hiç durmadan çırpınmağa ve kızı uyandırır oldu. Uykusuzluktan perişan olan Alma, sanrı görmeğe başladı. Bundan dolayı sağ kolu bağlamaktan vazgeçtik ve gece üç ile beş arasında Alma’nın başında beklemeğe başladık.
Doğrusunu söylemek gerekirse beklemekten başka hiçbir şey yapamadık. Hiçbir ilacın hatta elektro terapinin de bir faydası olmadı. Elektroterapi durumu daha da kötüleştirdi.
Cumartesi günleri saat dokuzda Alma’nın anası ve babası geliyor.
– Kulunum,12 diyor kızı görür görmez anası. Nasılsın kulunum?
Alma, sesini çıkarmadan başını eğiyor.
Anası, evden getirdiği yemekleri ve yemişleri çantasından çıkarmağa başlıyor.
– Gereği yok, diyor Alma başını sallayarak. Yiyeceğin lüzumu yok.
Sonra yemişi alıp iskemlenin üstüne koyuyor. Anası ve babası Alma’nın yüzüne bakarak bir müddet oturuyorlar.
– Kulunum, diyor anası, başörtüsü ile gözlerini silerek.
Ardından, geçen gece eve konuklar geldiğini, bu konukların Alma’nın yattığı koğuşun numarasını aldıklarını, gelecek cumartesi ziyarete gelebileceklerini anlatıyor. Alma, hiç konuşmuyor. Anası, Alma’nın bir arkadaşının televizyona çıkıp şiir okuduğunu söylüyor. Alma, suratını asıyor. Anası, konuşmadan kızının yüzüne bakıyor ve surat asmasını hastalığa bağlıyor ve sesini çıkarmıyor. Onlar, evlerinde olan her meraklı vakanın Alma’ya hançer gibi battığını anlamıyorlar.
Yanlarına geliyorum. Anası, kızını bütün beladan kurtaracak benmişim gibi yalvaran ve ümit dolu gözlerle bakıyor yüzüme. Ben, Alma’nın saçını okşuyorum:
– Alma, bugün yarın iyileşecek, diyorum güven verici, tok bir ses tonuyla. Boşu boşuna üzülmeyin. Bizde hastalıkları ilerlemiş hastalar da var. Onların yanında Alma’nınki oyuncak…
Anası, kızı tamamen iyileşip hastaneden çıkmışçasına deliler gibi seviniyor ve tekrar tekrar başörtüsüyle gözlerini siliyor.
– İnşallah öyle olur diyor titrek bir sesle. Allah ne muradın varsa versin. Berhudar olasın!
Bundan sonra defalarca söylediği şeyleri tekrarlıyor. Alma’nın süt kuzusu olduğunu, ona gözü gibi baktığını, onu en güzel şekilde yetiştirdiğini, evde de dışarıda da hiç kimseye ezdirmediğini, bu hastalığın hiçbirinin sülalesinde bulunmayan acayip bir dert olduğunu söyleyerek içini döküyor. Alma’nın gönlüne nasıl gireceklerini bilemeden medet umar gibi birbirine bakarak öğle ediyorlar; sonra ahlayıp ohlayıp, gözyaşlarını sile sile evlerine dönüyorlar.
Alma, hiçbir şey umurunda değilmiş gibi hiç kımıldamadan oturuyor.
Dünyada yalnızlıktan daha zor bir şey yoktur. Çevrede içindeki kaygı ve sevinci paylaşacağın birileri olunca hayatın da ölümün de bir anlamı olur. Elbette ölümün ağırlığı kalkmaz insanın üstünden. Ölüm her zaman korkuludur, fakat ölümden kaçarak hayata yapışman da hayatın bir manası olduğunu ispat eder. Yeryüzündeki bütün canlıların yok olduğunu ve yalnız başına kaldığını düşün bir. Bu durumda ölüm korkulu değildir, tam tersine yaşamak korkuludur. Alma’nın içindeki manevi yalnızlık da buna benzer bir şeydi. Ben, Alma’nın manevi yalnızlıktan
12
Qulınım yani kulunum, Kazakların çocuklar için sık kullandığı bir şefkat sözüdür.