Tölen Abdik Hayatı ve Seçme Eserleri. Анонимный автор
“Cehennem Ateşi Gülücüğü”, “Baba”, “Batiş Kız ve Erseyit”, “Hayırsız Cuma”, “Ölü Ara” gibi eserlerinin sanatsal doğasını değerlendirmeden, kökü derinlere uzanan maneviyatımızla beslenen usta yazar Tölen Abdik’i tam olarak tanıyamayacağımız su götürmez bir gerçektir.
Eserlerinin doğası Çehov’a benzeyen Tölen’in yaratıcılığında fazla gaddarlık da mevcuttur. Ünlü kalem ustaları Tolstoy ile Dostoyevski kendi eserlerinde Maslova ve Raskolnikov gibi yaşamdan umutlarını kesen insanların iç dünyalarını adeta karanlıktan çekip alıp onları tekrar hayata döndürür. de ise iyilik uğruna mücadele etmesi gereken ışık söner, Çehov ve Abdik’in eserlerininsanın son umudu param parça olur, kendisi zulmün ateşinde yanar. “Cehennem Ateşi Gülücüğü” adlı hikâyesinde Abdik’in gaddarlığı Çehov’u bile geride bırakır. Acımasız zulmün gerçek yüzünü ortaya çıkarmak için hatta bir kabileyi tamamen yok etmekten bile çekinmez.
Hikâyede Araku kabilesinin zalimane bir şekilde yeryüzünden silinişinden bahsedilir, ancak “Cehennem Ateşi Gülücüğü”nü okuyan herkes çektiği çileden yüreği kan ağlayan, cehennem ateşinde yanan Kazak ulusunun ruhunu ve acıklı kaderini hisseder. Ab-dik, sanata sadece şeklen yaklaşan bir yazar değil, aynı zamanda Allah’ın büyük yeteneklere emanet ettiği ulvi amaçlarını doğuştan kavrayabilen, katı kural ve geçici ideolojinin etkisi altına kalmayan usta kalemdir. Eserleri adeta efkârımızı dağıtıyor, hislerimize tercüman oluyor ve en önemlisi; bizlere insanlık çizgisinin dışına çıkmamayı öğreten eserlerinin temelinde, günlük çıkar peşinden koşmayan, zulümle mücadele eden, iman ışığı gibi parlayan bir iyilik düşüncesi yatmaktadır. Uydurma ideolojiye alet olarak günlük çıkara, kulluk ideallere hizmet eden hiçbir eseri bulunmamakta. Yazarın kaleminden çıkan hikâye ve romanların iç doğasında zalim sistemin doğurduğu adaletsizlik karşısında duran vicdan sesi ve hayatın vahşi gerçeklerine baş eğmeden isyan başlatan kutsal düşünceler bulunmakta. Tölen, sistemin ihtiyacından doğan uydurma gerçekleri değil, zulmün saltanat kurduğu tarihin derinliklerindeki İlahi gerçekleri arayan bir kalem ustasıdır. Yazarın gerçek arayışını konu ettiği bu tür eserlerinden birisi de “Cehennem Ateşi Gülücüğü” hikâyesidir.
Eserin başkahramanı Bay Eduard Beyker uygarlık dünyasında devrim yapan büyük bir bilim adamıdır. Yaptığı bütün ameliyatlar başarılı olmuştur. İnsan dışında her şeyi yapabilir. Bay Beyker morgdaki ölüyü bile diriltebilen bir tıp fenomenidir. Yaşama umudunu kesen hastaları bile ayağa kaldırabilen gerçek bir sihirbazdır. Bir taraftan kökenini ile bağrında ninnilerle büyüttüğü vatanını unutan, şöhretin en yüksek basamağına kadar yükselen profesörü suçlamak yersizdir belki. Uygarlık dünyasına o kendi iradesiyle gelmemiştir. Tamamen yabancısı olduğu bu hayata onu getirense kendisine zerre kadar kıymet vermeyen zalim kaderin rüzgârıdır. Yoksa onun amacı asla uygarlığa hizmet etmek olmamıştır. Hayallerinde asla geriye saramayacağı günlerin, şan ve şöhret dolu yılların inadına, uygarlığı ortadan kaldırmak isteyen bir insandı o. Bunu da yapabilirdi.
Lanet olası şu uygarlık olmasaydı, Kiyakulu – Beyker’in kaderini belirleyen rüzgâr tamamen farklı bir yönden esecek, hayatı farklı bir biçimde şekillenecekti. Atalarından emanet kalan kahramanlık bayrağıyla kutsal savaşlara katılmak, halkın takdirini toplamak, sevdiği kızla mutlu hayat sürmek ve bolluk içinde yaşamaktı en büyük hayali. Babası Çoro’nun izinden giderek şifalı bitkilerden yaptığı ilaçları, sadece Araku kabilesinin tedavisinde kullanacaktı. Araku kabilesinin sekiz kamının (baksı) birisi sıfatıyla herkesçe tanınan Beyker, hatta gerekirse canını kardeşleri için feda edecek, şehit olacaktı, ancak hayatı hayallerinden farklı bir biçimde şekillendi. Kiyaku- Beyker’i ıstırap ve çile dolu bir hayat bekliyordu. Bu yolda ilerlerken çocukluk hayalleri de kahpe kaderin sert kayasına çarparak param parça oldu. Üzerine çöken onca ıstırabın altından kalkamayan Beyker doğup büyüdüğü yurdundan uzaklaştı, aradan geçen onca zaman sonra yüce hayallerini unutarak bir uygarlık insanına dönüştü. Kendini tamamen ilme adadı, üstün çaba ve gayreti sayesinde insanoğlunun hayal bile edemeyeceği nimet edindi. Sahip olduğu müstesna yeteneği sayesinde dünyanın en ünlü insanı oldu. Eğer olaylar ummadık bir anda değişmeseydi, Bay Beyker geriye dönüp hiçbir şeyi hatırlamayacak ve hayatının seyri hiç değişmeyecekti.
Bay Beyker’e Livito Pallatelli isimli İtalyalı bir gazetecinin röportaj yapmaya gelişi ve aralarında geçen sohbet, olayların seyrini tamamen farklı bir yöne çeker. Bundan sonra okur, insanoğlunu kendine adeta Tanrı gibi itaat ettiren bir kudret sahibinin değil, yaşadığı hayatın gölgesinden kurtulmak için uzun yıllar boyu kendi kendini kandıran bir bedbahtın yürekler burkan can ağrısıyla tanışır ve ona karşı bir acıma hissi, okurun bedenini sarar. Gazeteciyle tanıştıktan sonra profesörün içinde şiddetli bir fırtına kopar, duyguları altüst olur. Çocukluk yıllarında geride bıraktığı hayatın acı tadını hatırlar ve vatan hasreti adeta yüreğini tırmalayıp durur. İşte ancak o zaman profesör kendisinin asla bir büyük bilim adamı değil, Araku kabilesinin temsilcisi Kiyaku olduğunu hatırlar. Gerçek anlamdaki mutlu hayatının penceresinden hayal gezintisi yaparken ıstırap çeker. Okuru sürükleyen esas olaylar zinciri burada başlar.
Acımasız uygarlık Araku kabilesine kan kusturdu, kahramanlarının cesaretini kırdı, kızlarını köle, oğullarını kul yaptı, illet hastalık bulaştırıp en sonunda yeryüzünden yok etti. Görüntüde üzeri “insanlık bayrağıyla” örtülü, özünde ise “hizmet” bahanesiyle zorbalıklarla gerçekleştirilen bütün bu zulüm, sadece yeryüzündeki üç beş ulusun çıkarını gözetliyordu. Bu da gaddarlıktan başka bir şey değildi.
Eserin sonunda Bay Beyker Brezilya’ya gider, kendisini şöhretin zirvesine taşıyan uygarlığın, kabilesinin topraklarına nasıl el koyduğuna, onları nasıl yok ettiğine bizzat şahit olur. Sonunda Beyker Araku kabilesinden geriye kalan son Kızılderili’yi bile kurtarmaya gücü yetmeyip, çaresizlik içinde kıvranıp kalır. Araku kabilesinin en son temsilcisi olduğunu kendisi de unutur, İnsanlığından utanır, kahrolur.
Yazarın “Cehennem Ateşi Gülücüğü” hikâyesi, eleştirmen Esey Jenisulı’nın da açıkça belirttiği gibi, asla önemini yitirmeyecek bir eser olarak kalacaktır. Bu da Kazak milletini, uzun zaman boyu sessiz kalan ruhuyla dertleştirdiği, içini döktürdüğü için önemlidir anlamına da gelmez.
İnsanlığa özgü düşünce ve fikri boğmak için can atan vahşi uygarlığın tekrar hâkimiyet kurduğu, menfaatleri uğruna büyük imparatorlukların bütün bir ulusu yeryüzünden silme yollarını aradığı, bilincimizin tekrar bir suça bulaşmaya başladığı bu dönemde bu tür eserler önemini asla yitirmez. Aksine artacaktır. Ezilen uluslara olan merhamet duygusunu uyandırmak, insanoğlunun bilincini canlandırmak, onları vahşi uygarlık zulmüne karşı örgütlemek için “Cehennem Ateşi Gülücüğü” gibi eserler ebediyete kadar yaşatılmalıdır, çünkü eser bir yandan Kazak ulusunun kalbini avuturken, bir yandan da insanlığın ortak tasasını dile getirir. Tıpkı eserdeki Kabıl’ın bıçağı gibi uygarlık icadı “makinalar” bizleri yok etmeden, bu gibi eserler bütün dünya dillerine çevrilmeli, insanlığın ortak hazinesine dönüştürülmelidir.
“Baba” hikâyesinde anlatılan olaylarda tamamen farklı bir durum söz konusu olmasına rağmen, bize hayatın akışında unutulmaya yüz tutan bir başka zulüm gerçeğini hatırlatan söz konusu eser, aslında bana göre Cehennem Ateşi Gülücüğü’nü tamamlayan bir eserdir.
Hikâyenin içine derinden daldıkça, iki eser arasındaki manevi uyumu ve aynı kaynaktan beslenen iki farklı düşünce arasındaki yakınlığı hissetmek mümkün. Bir ulusun yaşatılması adına yapılan mücadele kadar, lanetli bir dönemde soyunu devam ettirmek için çocukları