Batı Trakya'da Türk Edebiyatı'na Gönül Verenler. Анонимный автор
Fakat yok! İşte bu efendiler, bunları müzayideye koyacaklar, satacaklar, paralarını alacaklar, anamıza söverek, bizi açlıktan posteki kemirirken, ot otlarken; onlar arkamızdan ‘kahramanlık yaptık’ diyecekler, rütbeler alacaklar, yararlık gösterdik, diyecekler, şan kazanacaklar, vazife gördük diyecekler, terfi edecekler.!.. Lâkin ben bunları tahtakurularına yedirmiyeceğim. Artık kendim için yaşıyacağım, ölürsem de kendim için öleceğim..
Bunu müteakip bir şangırtı işitildi. Ahalinin hayretle açılan ağızları, “bravo”ları kapandı. Biraz sonra ufak dalgacıklar, rıhtımın taşları üzerine dağılan balı yalıyor, zeytun daneciklerini oynata oynata dağıtıyorlardı.
“Jandarmalar geliyor!” diye bir ses yükseldi. Herkes birer ikişer, tehalüke (birbirini ezecek şekilde) çekilmeğe başladı. Uzaktam mahmuz şakırtılarıyla birkaç polis ve bir zabıta göründü. Kadın haykırıyordu:
–“işte, malımı denize attığım için kim bilir şu boylu boslu efendiden ne kadar tekdir; çocuklarımı aldım, doğruyu söyledim diye ne kadar dayak yiyeceğim ve kim bilir, ne cezalara mağruz kalacağım…”
Her gün evindeki sobasının başını, yahut tatlı bir rehavet ile meşbu olan yatağını terk ederek kahvehanelerin dumanlı havası içinde birkaç saatlik vakit geçirmek isteyen gençler; sabahın sinirlere mahmurluk aşılayan hafif ve serin rüzgârlarının karıştırdığı kumral, siyah saçlarını hoş bir itina ile tanzim ederek sabah kahvesinin arkadaşlarının evlerinde içmeye giden genç kızlar, Gündüz Nene’nin zifiri karanlıklarında nişan veren kuzguni siyah çehresini ve bunun etrafındaki beyaz, bir genç kız sinesi kadar beyaz fistanını görürler, tatlı bir ürkeklikle üslupla konuşurlar, şakalaşırlardı…
Gündüz Nene, memleketin kölelerinden idi. Kölelerin çocuklarından değil… Binaenaleyh, ihtiyar olduğu anlaşılıyordu. Memleketin bütün ihtiyar ve genç beyleri, hatta bunların babaları ve dedeleri, hep Gündüz Nene’nin kolları arasında büyümüşler, hep bu parlak siyah bir renge mâlik olan zenci kadının himmeti ve gayreti ile meydana gelmişlerdi. O kadar ihtiyar olmasına rağmen bu hususta hiçbir emareye mâlik değildi. Yaşadığı senelerin adedini, hesabını şaşıran bu ihtiyar kadının çehresinde hiçbir buruşukluk görünmüyordu.
Ağzında zaman zaman dökülen ince fakat süt gibi beyaz ve muntazam dişler, bu siyah çehrenin arasında inci daneleri gibi arzı endâm ediyor, asırlardan kalmış bir kalenin mermerden bina olunmuş fakat yıpranmamış duvarlarını andırıyordu…
Bu ağır vücudun pek eski bir tarih taşıdığı yalnız ayaklarından anlaşılırdı. Uzun, bitmek, tükenmek bilmeyen senelerin her gün birer ikişer yığdıkları sıklette gittikçe zayıflayan bacaklar, artık hareket edemeyecek bir hale gelmişlerdi. Gündüz Nene, en ziyade onlardan şikâyet ederdi. Bunların bu zafiyetini hiç beğenmiyor, ağır vücudunun altında sürüklenen bu iki ayağa âdeta hiddet ediyordu. Fakat, bunun tek sebebi daha ziyâde, ihtiyarlığına birer canlı şahit olmalarındandı. Zira Gündüz Nene, katiyen ihtiyarlamak istemiyor. Hayatın, önüne serdiği sefalet levhalarından kendine mahsus bir lezzet bularak, derin ve aşılmaz bir ümidin, hoş, cazip bir emelin saadetlerle mâli neticesini görmek, ondan sonra bu beyazları sararmış gözlerini kâinata kapamak istiyordu.
Gündüz Nene, beyaz insanların fildişi kırmak için gittikleri o uzak memleketlerin evlâtlarındandı.
Afrika’nın fildişi sahillerinde, o muazzam ormanların kenarlarındaki zenci köyleri bir zamanlar Avrupalı köle tacirlerinin en ziyade saldırdıkları yerlerdi. Ormanlardaki hayvanlarından, topraklarındaki madenlerinden, velhasıl, her türlü tabii mahsulâtından istifade ettikleri bir memleketin insanlarını da cebren alır, başka memleketlere de bir hayvan gibi satar, para kazanırlardı.
Gündüz Nene, güneşin insan kafasına kızgın taçlar geçirdiği bir memleketten henüz pek küçük iken çalınmıştı…
O, aradan büyük bir asır, belki daha fazla bir zaman geçtiği halde, bu vakayı katiyen unutmaz, onu, her an, ibadet etmeye mahsus mevhum bir kıble gibi kalbinin en derin hücrelerine saklardı.
Kızgın, sıcak günlerin birisinden sonra, yine aynı yeisengâz bir sıcaklık ile giren bir gece, Gündüz Nene’nin kalbine saklanan kıblenin siyah bir çerçevesiydi. İşte, bu zifiri karanlıklar içinde, kulübenin sazlardan örme kapısı yıkılmış, parlak bir ziya her tarafı aydın etmişti. Babası ile anası hemen bu nagehani baskın üzerine oklarına saldırmışlardı. Fakat o saniyede küçük zencinin kulaklarını yırtan iki tiz sedâ her şeyi bitirmiş, bütün ümitler kırılmıştı…
Zenci kız, biraz sonra kolları bağlı olduğu halde, kulübenin kapısından çıkarken, parlak ziyanın altında, anasıyla babasının kanlar içinde çırpıntılarından başka bir şey görmemişti…
Uzun hayatının ilk düğümü olan bu nokta, işte, Gündüz Nene’nin kalbinin en derin hücrelerine yerleşen emellerin temeliydi. Artık, ondan sonrasını tamamen hatırlar; fakat ehemmiyet vermez, düşünmek bile istemezdi. Onu, uzun zaman bir geminin anbarında bağlı tutmuşlar, dövmüşler, nihayet, minareleri, camileri, evleri bol bir kasabaya getirmişler; başka birine satmışlardı. Burası “Mısır” idi. Bu küçük zenci kızı, Mısır’ın büyük konaklarında kırbaçlar altında terbiye edilmiş,, senelerce buralarda kalmış, elden ele geçmişti. Fakat, günün birinde, nasıl bir sebep –burasını o da bilmiyordu- onu bu memlekete kadar atmıştı. Konaklarda genç kızlar, saraylılar, onun, zifiri geceleri utandıracak keskin parlaklığıyla her tarafa ziya veren gülüşü, hiddetinden kudurtacak kadar kuzguni siyah olan yüzünden kinaye olmak üzere ona “Gündüz” ismini vermişlerdi.
Zaman değişmiş; artık, kölelerin yaptığı hizmetlerle, kendilerine ait olan masrafların tekâbül etmediği anlaşılmış; yavaş yavaş bu ticaret terk edilmeye başlanmıştı.
İşte bu vakit, Gündüz Nene, yine konaklarda tanıdığı bir “beyaz” ile evlenerek hürriyetini eline almıştı. Bu tarihten, bugün tam altmış sekiz sene geçmişti. İzdivacından on bir sene sonra kocası ölmüştü. Nihayet Gündüz Nene, yine konaklara devama başlamış, mâişetini oradaki hizmetinden çıkarmaya çalışmıştı.
Bu da kim bilir ne kadar sürdü… Zaman oldu, o konakların kapıları da Gündüz Nene’nin yüzüne kapandı. Fakat o, bunlardan müteessir olmuyordu. Zira, kalbinin derinliklerine sakladığı emel, artık bu topraklarda, hayatının mahvedildiği bu yabancı yerlerde yaşamak ümidini alıyordu. Sanki anasının, beyazın kurşunu ile delinen bağrı kendine açılıyor, bir siyah fakat saf el, kendisini oraya, o taşlarından, topraklarından yeni bir hayat bulmak ihtimalini beslediği o memlekete davet ediyordu. Bu pek eski ve pek kuvvetli arzu kökleştikçe, Gündüz Nene’nin kalbinde tamir kabul etmez, tedavi imkânı muhal bir daüssıla halini alıyordu.
Gündüz Nene, kendi memleketinin buraya ne kadar uzak olduğunu öğrenmişti. Şimdi para toplayacak; bir gün, hiç kimsenin haberi olmadan şimendifere, ondan sonra vapura binecek, anasının, babasının kanlar içinde çırpındıkları o kulübenin kenarında, kendi kendisine ağlayacak, ağlayacak, ağlayacak… Sonra, tâlinin bu acayip cilvesinin mükâfatını Allah’tan isteyecekti…
Zavallı kadın; bu emeli müzehhep hülyalarının fiile gelebilmesi için kim bilir ne kadar çalışmıştı? Kahvehanelerde, camilerin kapıları önünde, beylerin, paşaların konaklarında kim bilir ne kadar dilencilik etmişti?
Artık zayıflamıştı. Memleketin bütün küçük çocuklarını bilir, sever, şakalaşırdı. Onların cıvıltılarından, onların her türlü hareketinden en ziyade anlayan o idi…
Bir küçük çocuk onun gözlerinin önüne, o karanlık gecenin tüyler ürperten faciasını getirdi.
Gündüz