Cengiz Han'ı Aramak. Анонимный автор
o güzel gözlerinde ne bir korku ne de bir pişmanlık vardı ve fener gibi yanan gözleri, yüzünden saçılan nefret duygusunu aydınlatıyordu. Kendine ölümün nasıl geleceği çok da umurunda değil gibiydi. Beşikteki çocuğuna kadar öldürülen Tungut Hanlığı’nın halkının, annesinin ve babasının öcünü almıştı nasıl olsa. Han’ın önünde boyun eğmeden bütün vakarıyla duruyordu. Cengiz Han hayatında aklın almayacağı bir sürü olay görmüştü, ama böylesine ilk defa şahit oluyordu.
Bütün bunlar olurken o çarpık bacaklı koca karının söylediklerini hatırladı. Yüzü bir ağ gibi buruş buruş olmuş bu koca karıya:
– Ben kadın için dövüşeceğim, kadın için savaşacağım, gerekirse kadın için bütün dünyayı fethedeceğim, demişti. Temuçin’in bu sözünü duyan yaşlı kadın: “O zaman sen bir kadının elinden ölürsün, diye azarlamıştı onu. İşte şimdi zamanında bu uyarıyı dikkate bile almayan Han koca karıyı, yüzünü ve söylediklerini hatırlıyordu. Ve koca karının söyledikleri, bu hatıraya dalıp gitti ve erkeksi Tun-gut Han’ın kızına uzun süre bakakaldı. Çünkü Tungut Han’ın kızının önünde diz çökeceğini, çığlıklar atacağını ve beni öldürme diye yalvaracağını düşünmüştü. Öfkelenmiş kızı gördüğünde bu düşüncesinin doğru olmadığını anladı. Karşısında onca erkeğin eline su dökemeyeceği kadar cesaretli bir dişinin durduğunun farkına vardı. Uzun uzun kızdan gözünü almadan bakakalan Cengiz Han kuvvetsiz ellerini kaldırıp kısaca kararını söyledi: “Bırakın gitsin! Ona at, üzerine kıyafet, torbasına bir avuç gümüş verin!” Cengiz Han’ın bu sözleri oraya toplananları şaşırttı. Askerleri de Cengiz Han’ın bu yanlış kararı yüzünden surat astılar. Cengiz Han’ın her dediğini yapan emirleri kınından çıkarılan kılıçları zorla yerine koyup Han’ın söylediğini yerine getirdiler. Yılanın zehri yüzünden sağlığı epeyce kötüleşmiş Cengiz Han yerinden kalktı ve gözüne dik dik nefretle bakan Tungut Han’ın kızına:
– Ben kılıçla epeyce aznavurun belini kırdım, dedi öfkeli bir sesle. Yeryüzünde çok düşmanımın soyunu kuruttum, toprağını yerle bir ettim, kökünü kazıdım ama hiç kendi seviyemdeki düşmanıma idam emri vermedim. Gerçek cengâverin, düşmanının değerini bilmesi lazım. Ancak düşmanının değerini bilen adam düşmanını yenebilir. Bu kız, kadın olsa da bana değerli bir düşman olabildi, ne için, halkı için, öç almak için. Başını eyerin terkisine bağlamak da gerçek cengâverin, değerli düşmanın yapabileceği şeydir. Kız olarak bunun gibi bir riski alan kişiye ben saygıdan başka, hürmetten başka izzet gösteremem. Benim ziynetim öyle olsun! Bırakın onu, dedi Cengiz Han ağır ağır konuşabiliyordu ancak.
Han’ın sözünü duyan halk “dua” diye bağırıyordu. Han’ın sözü sözdür, halk çiviyle yere sabitlenmiş gibi yerlerinde öfkeyle duruyordu.
– Yaptığınız doğru değil! diye Cengiz Han’ın yanındaki oğlu kımıldadı.
– Ben sözünü ikileyen bir adam değilim oğlum, dedi Cengiz Han dik dik bakarak. Bu sözü duyanlar susarak kendilerine çeki düzen verdiler. Onun yerine bunu zamanında fark etmeyen nöbetçileri asın, diye surat asarak, kızın beline yılan sararak geldiğini fark edemeyen muhafızların öldürülmesi için öfkeli bir emir verdi.
Ertesi günü Tungut Han’ın kızını Cengiz Han’ın söylediği gibi gönderdiler. Ona at verdiler. Üstüne kıyafet, torbasına bir avuç gümüş koyarak onu yolladılar, ama onun nereye doğru gittiğini kimse bilmedi. Batıya mı, doğuya mı, güneye mi, kuzeye mi? Bu kızın annesinin seneler önce genç Temuçin’e “yiğitliği öğrettiğini”, ikisinin sabaha kadar eğlendiğini hiç kimse, kendisi dışında kimse bilmedi. Çünkü Cengiz Han’ın elinde Tungut Han’ın kızının boynuna taktığı kızın annesinden yadigâr otuz üç tane mercan taşlı boncuğu kalmıştı.
Son eğlencesi böyle sona ermişti Cengiz Han’ın.
Cengiz Han’ın durumu gittikçe kötüleşiyordu. Zehrin gücü onu kuvvetinden ayırıp ayakta duramayacak kadar güçsüzleştirdi. İyileşeceğine bir damla bile umudu kalmamıştı. Göz açıp kapatıncaya dek canı bu dert yüzünden gücünü gittikçe kaybediyordu. Bir türlü iyileşememesi yüzünden her türlü dedikodu konuşuluyor, halk şüpheleniyordu. Fakat cesaretini yitirmeyen Cengiz Han’ın bu durumu, onun tam kalbine saplanmış ve kalbinde fokurdayan derin yaralar açsa da bu durumu hiç kimseye sezdirmiyor, düşmanlarına belli etmiyor, askerlerini hayal kırıklığına uğratmamak için gizliyordu. Böyle bir durumda bu haberin dışarı çıkmaması gerekirdi.
Cengiz Han yaşamdan umudunu kesmek üzereydi. Düşüncelerin karanlığında kederleri, tasaları ve korkularıyla baş başa kaldı. Alnı terlemiş, bitkin düşmüş içini bir kuşku sarmıştı. Kalbinde bir beze gibi duran ölüm ve hayat hakkındaki düşünceler sağlığı kötüleştikçe daha da sıkı yapışıyordu yakasına. Her türlü şeyi düşünür, rüyasında görürdü, iyice tasalanırdı. Dün rüyasında insan gibi konuşan gökyüzünü kaplamış binlerce karga, ateşte yanan beyaz eşekler görmüştü. Bu rüyayı görmektense gözü kör olsa daha iyiydi… Ölüm ona bu şekilde rüyalarla yaklaşıyormuş gibi geldi. Bu gördüğü felakette başındaki kavuğu yanan dilenciler, dervişler, falcılar, üfürükçüler de vardı. “Bir kadının elinden öleceksin!” diye kehanette bulunan yaşlı Şaman da gördüğü kâbusu yorumlayamayıp zorlanmıştı. Son günlerde Şamanı da rüyasında çok görüyordu. Kaderin hükmü, ölümün soğuk yüzü… Şimdi o beynini ezen düşüncelere bağlanıp cehennem ateşine düşmekten bütün hücreleriyle korkmaya başlamıştı. Yaradan’ın merhametini diledi içinden. Eğer hayat satın alınsaydı ölmeyecek kadar gücü vardı, bir tahıl ambarı dolusu hazinesi vardı. Cengiz Han şu anda hayatın acımasız kuralına boyun eğmişti, “doğdun, öldün.” Bu kelimeler Cengiz Han’ı kuvvetinden tamamen mahrum bıraktı. Onu paniğe sürükleyen ölüm korkusu, korkunç zorluğu, kıyamet zorluğu beynine bir kılıç gibi saplanmıştı.
İnsan ömrünü bir paçavra gibi değersiz gören, nice sarayları dümdüz edip halkının soyunu kurutan, dünyaya bela olan Cengiz Han’ın şimdi sadece kendine ait bir derdi vardı. Ölümü, hayatı, sadakati, külfeti, yaşamanın ne olduğunu anlamaya şimdi ruhunun bedenini terk etmek üzere olduğu hayatının bu lahzasında düşünüyor gibiydi. Kılıcından kan damlayan zorba Cengiz Han birçok insanı öldürmüştü, şimdi bu garipleşmiş, acınacak haline rağmen zamanında başsız bıraktığı gövdeleri, öldürdüğü insanları, yok ettiği aileleri aklına getiriyor, bunların vebalını iç çekiştirerek üzüntüyle düşünüyordu. Onlar da Cengiz Han gibi ölümle ömrün ne olduğunu anlayabilmişler miydi ya da anlayamamışlar mıydı? Bu sorular sıkıntısını daha da artırmıştı. Gözü ölüme, kılıcı kana doymayan açgözlü Cengiz Han’ın kalbini sonu gelmeyen bu düşünceler bir testere gibi kesiyordu. Belki onlara da Cengiz Han’a olduğu gibi hayat tatlı gelmişti. Ne ölü ne diri sayılabilecek bir durumda olan Han ölümden değil, öldürdüğü insanların vebalinden korkuyordu. Çünkü hem Tanrı’yı hem de ölümün varlığını hem de ölümün kendisi için de var olduğunu unutmaya başlamıştı… Bu olay onu yüzüne su serpmiş gibi uyandırdı. Halsiz düşmüş, takati kesilmişti, artık Han’ın içecek suyu, görecek günü bitiyordu. Gittikçe her şeyi hatırlıyor, her şey rüya gibi gözünde uçuşuyordu.
Yılanın zehrine ilaç bulunamadı.
Şaman Cengiz Han’ın yumruk gibi büzüşen kafasının ter içinde kaldığını görünce artık ölmek üzere olduğunu anladı. Bazen bitkin vücuduna yeni bir can girmiş gibi aniden uyanıyor sonra da yeniden uzun rüyasının dipsiz kuyusuna iniyordu… Cengiz Han, Şaman’a: “Gözlerimi