Cengiz Han'ı Aramak. Анонимный автор
ıpıssız çölleri, yüksek dağları ve suları geçerek savaşlar yapar, o savaşlarda oluk oluk kan dökülürdü. Bu şekilde bütün dünyayı yöneten yerin ve göğün hükümdarı Cengiz Han’ın Tungut Han’ın kızıyla geçirmek istediği bir gece onun ölümüne sebep olacaktı. Bu olay onu hep endişelendiriyor ve tedirgin ediyordu. Yüce Cengiz Han’ın son nefesini bu şekilde vereceğini kimse aklına getirememişti. Artık yolun sonuna geldiğinin farkındaydı. Eğer Cengiz Han’ın göğsüne bir hançer girse ya da yüreğine bir ok saplansa idi, meydanda mertçe can verseydi eşleri bağıra çağıra ağlar, askerleri bayrak çeker, oğulları hüngür hüngür ağlardı. Peki, ya şimdi? Cenazesinin bir Tungut Han’ın kızının yatağından çıkması ayıp değil miydi? Eğer Cengiz Han kahramanca ölseydi karılarının sesi göğe ulaşır, ağıtlar yakılırdı. Ölüye saygı için, feryat figan edilirdi.
Büyük adama büyük ölüm nasip olmadı. Ona rezil ve utanılacak bir ölüm nasip oldu. Hatta cenazesi bile kendi halkından saklanacaktı. Onun kimseye söylemediği bir sır vardı. Ayın tutulduğu gün öleceğini önceden biliyordu. Cesedini cinler, boynuzlu şeytanlar, kötü ruhlar, beddualı dilenciler, kargalar, kötülük getiren eşekler gözüne görünmeden etrafta dolaşıyorlardı. Onlar Han’ın ruhunun cehenneme gitmesini ve cesedinin böceklere, sıçanlara yem olmasını istiyordu. Aslan’a sıçan gibi ölmek, doğana karga gibi ölmek yakışmazdı. Cengiz Han bu düşüncelerden kendini uzak tutmak istiyordu, fakat olmuyordu. Onunla kimse alay edemez ve onu küçümseyemez, ona şaka bile yapamazdı. Kaç gündür aklından ölüm düşüncesi bir türlü çıkmıyordu. Ölümden korktukça ümidi o kadar büyüyordu ki yaşamının uzun sürmesini istiyordu. Ömür konusu onu çeşitli düşüncelere sokuyordu. Ölüm başa gelince insanı yere yıkar… Böylelikle tuhaf düşünceler bitmiyor, küçücük kafasına bunlar iyice takılıyordu. Sonunda ölüm onu sessizce değil büyük bir azapla aldı.
Cengiz Han emirine hayatının bitmek üzere olduğunu anlattı. Aslında emirinden başka onun güvenebileceği bir insan da yoktu. Emiri kadar Cengiz Han’a samimi, gönülden hizmet eden kimse de olmamıştı. Onu çağırıp ona son sözlerini söylemeye başladı: Sana vasiyetimi söylüyorum. Sakın bu anlattıklarımı kimseye söyleyeyim deme. Bunları senden başkası bilmemeli ve duymamalı. Hatta oğullarım, karılarım bile… Birazdan vereceğim görevlerin hepsini tek tek yapmalısın. Ölümüme sayılı günler kaldı. Ölürsem mezarımı derin kazmanı rica ediyorum. Sana şu altı tane keseyi veriyorum. Onları birbirinden ayıran şey renkleridir. Her biri farklı renkte. Ben ölür ölmez yedi gün yedi gece geçince bu torbayı dikkatlice açacaksın. İçinden yazılı bir metin çıkacak. Kâğıtta yazılı görevlerin hepsini kuralı bozmadan yazıldığı gibi harfiyen yapacaksın. Fakat şimdiden söylüyorum son torbada seni kendi tahtımın mirasçısı olarak gördüğüm yazısı var. Ancak tahta geçmeden önce beyaz torbadaki, sonra sarı torbadaki üçüncü olarak yeşil, siyah en son kırmızı torbadaki görevleri yerine getirmen ve bunların hepsini teker teker uygulaman lazım. Şimdiden ben diriyken tahtımı paylaşamayan oğullarımdan şüphem var. Onlara güvenmiyorum. Onlar sadece benim ölmemi diliyor, bekliyorlar. Sen ise hayatın boyunca bana canı gönülden hizmet ettin, hep yanımdaydın. Güvendiğim tek insan sensin. Ümidim sadece sensin.
Ayın tutulacağı gün yaklaşıyordu…
Yedi gün geçmeden Cengiz Han ölüme boyun eğdi ve hayata gözlerini yumdu. Bu dünyaya geldikten sonra gitmek de varmış. Gidip de geri dönmemek varmış…
Han’ın ölümünün üzerinden yedi gün yedi gece geçtikten sonra emir, Cengiz Han’ın ölmeden önce bıraktığı ilk keseyi açtı. Keseden rulo şeklinde katlanmış bir kâğıt çıktı. Kâğıdı kimseye göstermeden gizlice okudu. “Emirim sana Yüce Tanrı pir olsun. Ben diriyken seni nasıl en güvendiğim insan olarak görüyorsam şu an ölü iken de sana güvendiğimi söylemek istiyorum. Yedi gün yedi gece geçti. Sen şimdi bu torbayı açıp yazıyı okuyorsun. Neden beni yedi gün boyunca gömmeyin dememin sebebini biliyor musun? Planımda beni öldü sanan şeytanları oyalamak ölümümle onları kandırmak ve yeniden dirilmek vardı. Böyle düşünmüştüm. Ancak kendin de biliyorsun ki şu an çok uzun bir uykudayım.
Ruhum yedi gün sonra leylek gibi gökyüzüne uçacak ve gidecek. Senin söylediklerimden neyi yapıp neyi yapmadığını ruhum sayesinde öğreneceğim. Bugünden itibaren leylek gökte uçacak seni gözleyecek yaptığın bütün işleri bana iletecek. Neticesi eğer gökyüzünde uçan bir leylek görürsen o leyleğin ben olduğumu iyice belle… Leylek beyaz bir bulut gibi daima senin yanında olacak. O bulutların da benim gözyaşlarım olduğunu farz et…
Kemiklerimi nehir suyuyla yıkayın, vücuduma bal sürün. Sonra deve yününden yapılmış keçeye yedi kere sarın. Her sardığınızda bedenime ceviz yaprağı ile yeni biçilmiş yaş yonca koyun. Yol uzak, cesedimi gömeceğiniz yer de uzaktır. Yanına kırk muhafız, kırk at, yedi de deve al. O yedi devenin üstüne sarayda bulunan yedi sandığı koy, ama sakın sandıkları açma. İçinde ne olduğunu kimse bilmemeli. Hatta sen bile. İşte ilk şartım bu… Bir de yanında kırk at, kırk muhafızdan başka en güvendiklerinden yedi tane cellat ve yavrusu olan deve olsun. Yedi gün yedi gece yol gideceksin, sonra dağın dibinde tek başına duran yaşlı bir ceviz ağacı göreceksin. Ağacı görür görmez sarı keseyi aç. İçindeki yazıyı oku ve orada yazan görev ne ise onu yap. Sonra yola devam et. Yedinci gün gökte parlayan ilk yıldızı görünce cesedimi de yanınıza alarak gökyüzündeki kutup yıldızına doğru yürü. Karşınıza ne, ya da kim çıkarsa çıksın canlı olan her şeyi öldür. Cesedimin kimin tarafından götürüldüğünü ve onun nereye gömüleceğini hiçbir canlı hatta hayvan bile görmemeli, bilmemeli, hissetmemeli! Emirim seni uzun bir sefer bekliyor. Haydi yürü! Seni yüce Tanrı’ya emanet ediyorum!
İşte birinci keseden çıkan kâğıttaki görevler bunlardı.
Günün gecesinde ilk yıldız gökte görününce emir saraydan çıktı. Yanında kırk muhafız, yedi cellat, kırk at, yedi deve ve bir tane yavrusu olan deve vardı. Önüne çıkan bütün canlıları hemen öldürüyorlar, yürümeye devam ediyorlardı. Emir yaradılış olarak çok az konuşan, gizemli, içedönük birisiydi. Grubun önünde gidiyor muhafızlara eli ile işaret edip kaba bir tavırla emir veriyor, bazen de bir şeyleri dilinin ucuyla anlatıyordu. Cengiz Han’ın cesedi deveye sıkıca bağlanmış, kafilenin ilk sırasında gidiyordu. Hiç yorulmadan uzun bir yol yürüdüler. Üç gün, üç gece sonra kimsenin olmadığı bir yerden geçip ıssız bir dağa yaklaşmaya başladılar. Tam o sırada karşı taraftan belli belirsiz siluetler görünmeye başladı. Bu gölgeler emirin olduğu tarafa doğru yaklaşıyordu. “Gelenlerin etrafını kuşatın!” diye Emir, cellatlarına komut verdi. Bu arada askerler kılıçlarını kınlarından çıkarmıştı. Gelenler yaklaştığında emir sağ elini kaldırıp “Durun! Acele etmeyin,” dedi. Sonra askerler dağın eteğine, gelenlere doğru hızla hareket ettiler. Emir gelen kafiledekileri görünce tüyleri diken diken oldu. Gelenlerin ellerinde ne silah ne de binek atları vardı. Kıyafetleri yırtıktı. Boynundaki boyunduruklarını zar zor taşıyorlardı. Yüzleri güneşten kararmış, yara ile kaplanmıştı. Kirli saçları yüzlerini kapatmıştı. Eğile eğile son güçleriyle zar zor adım atıyorlardı. Artık onların yürüyecek hali bile yoktu. “Durun,” dedi Emir elini yukarı kaldırarak.
– Bunlar da kim? Nereden geliyorlar, dedi suratı asık bir şekilde.
Bu sırada sakin sakin at üstünde uyuyarak gelen ihtiyar, Emir’in sesini duyunca uyandı. Uykudan yeni uyanan ihtiyar, karşısında bulunan orduyu görünce titremeye başladı. İhtiyar, Moğolca ve Çince karışık ağzında bir şeyler geveledi. Emir onun konuştuklarının hiçbirini anlamadı… “Nereden geliyorsunuz? Kimsiniz? Nesiniz?” dedi emir. Ve kendi kendine fısıltıyla yine sordu: “Acaba, bunlar kim?”
– Bunlar